Eleştirel düşünmenin bu alanında, daha önce uygulamaya başladığımız eleştirel okuma etkinliğini sinema filmi, televizyon dizisi, belgesel film, kısa internet videosu gibi “metinlere” uygulayacağız. Özünde farklı bir şey yapmıyoruz. Ancak geçirdiği evrim nedeniyle akan görüntülerin kendine özgü dilsel, işlevsel, parasal, politik nitelikleri var. Eleştirel düşünür olma çabamıza bu niteliklere göre ayar yapacağız. Amaç yine aynı: İşittiğimiz sözlerde, izlediğimiz tartışmalarda, maruz kaldığımız basın-yayın içeriğinde yaptığımız gibi, akan görüntülerin de bizi aptal yerine koymasına izin vermemek… Kendi aklımızla düşünüp kendi vicdanımızla yargılayabilmek… Kendi doğrularımıza, kendi bilgilerimize egemen olmak… Gerçeğe ulaşmak…
Sinemanın kendine özgü bir kaç niteliği var. Karanlık, kişiyi olayın içine sokar ve düşünme yetisini kısıtlar. Anımsayalım, eleştirel düşünme kendi düşünme sürecimize dışarıdan bakabilme, böylelikle nesnelliğe olabildiğince yaklaşma yetisidir. Sinemanın başka bir şeye dikkatimizi vermenizi engelleyen yapısı bizi filme dışarıdan bakabilmekten belli ölçüde alıkor. Bu etki, haber basınından öğrenilebilecek ve sorgulanabilecek olan Columbine High okul katliamı, 11 Eylül saldırısı gibi olayları birer sinema filmi yaparak, artık sorgulanamaz biçimde zihinlere yerleştirmeye yardım eder. Sinema salonundan çıkanlar artık olayların ayrıntılarını filmdeki gibi anımsarlar, haberlerdeki gibi değil.
Filmimize gelelim… Osmanlı Subayı filmi idealist (görünen) Amerikalı bir genç hemşire ile bir Osmanlı subayının Birinci Dünya Savaşı başlarında Van’daki ilişkisini anlatıyor. Van’daki Amerikan hastanesindeki Amerikalı doktor Gresham ve başhekim Woodruff diğer önemli karakterler. Aklı bir karış havada (ama idealist?!) hemşire bir Gresham’a, bir subay Veli’ye umut veriyor ve ikisi arasında gerginliğe neden oluyor. Bir yandan da savaşın ne kadar kötü olduğu vesair klişeleri kağıttan okuyup uykumuzu getiriyor. Ama biz eleştirel düşünürleriz. Uyumayız.
Şimdi filmi dakika dakika irdeleyeceğiz.


3:40 Film bize Doğu Anadolu’da olanları “Sözcüklere sığmayan vahşet ve kanunsuzluk” (unspeakable violence and transgression) diye anlatıyor. Kime vahşi diyor; Ermeniye mi Müslümana mı? Filmin sonunda anlayacağız.
08:00 Amerikalı genç hemşirenin ailesiyle tartışmasını izliyoruz. Kız Türkiye’de gönüllü çalışacağını söylediğinde anası ve babası şöyle itiraz ediyorlar: “Olmaz. Yaşın 23. Bütün yaşıtlarının evi barkı ailesi var. Bugüne dek boş heveslerini hoşgördük.” Genç kız ailesine karşı geliyor. Ailesini bir daha görmeyeceğiz. Buradaki feminist mesaj çok açık: “Ailene karşı gelebilirsin. Anne olmak bir kadın için aşağılanmadır. Bir kadın dilediği işi yapabilir, dilediği gibi yaşayabilir.” Bu diyaloğu unutmayın. Aynı “idealist” kadının işiyle gönül eğlencesini birbirine nasıl karıştırdığını ilerleyen dakikalarda göreceğiz.

11:00 Türkler/Müslümanlar üçkağıtçı sefil heriflerdir klişesi: Kadın gemiden yeni iniyor. İskele aynı zamanda pazar yeriymiş… Ayakkabı boyacısı fırçayı kadının önünde yere düşürüyor. Turist kadın çocuğa “fırçanı düşürdün” diyor. Boyacı fırçayı alıp kadının ayakkabısını temizlemeye başlıyor. Orada duran bizden biri (gavur) kadına en ucuz numaraya kandığını, dünyanın en pahalı ayakkabı parlatma işini satın almak üzere olduğunu söylüyor. Artık boyacı kaç para isteyecekse?
Gerçekte Türk esnafının gavur turiste karşı cinliği 1980’lerde başlamıştır. 1910’larda görülmemiş, duyulmamış bir şeydir. O yıllarda bütün seyahatnameler konukseverlikten söz ederler, başka şeyden değil. Ayrıca 1910’larda İstanbul’da doğru dürüst Türk esnaf yoktur bile. Çoğunluğu Gayrimüslimdir. Görgü ve adap bilmeyen yabancı turiste karşı hoşgörü de aynı zamanlarda, 70’lerde ve 80’lerde başlamıştır. Bunların ikisi benzer dönüşümlerdir. Filmde davranış kurallarını çiğneyen turisti kabul etmeme, ayıplama durumları bir kaç kez oluyor ama turist söğüşleme davranışı da görülüyor. Turisti hoşgörme ve turist kazıklama ya birarada bulunur ya da hiç bulunmaz. Film gerçekçi değil ve Türklere-Müslümanlara çamur atmak istiyor.
İlerleyen dakikalarda kadına yol gösteren bu gavurun Türk yüzbaşı Veli olduğunu öğreneceğiz. Ama akıcı ve aksansız İngilizce konuştuğu ve bir Batılı gibi düşündüğü, Batılı gibi davrandığı, Batılı gibi hiç tanımadığı kadınlarla çekinmeden düşüp kalktığı, Tanrı hakkında bir Batılı gibi konuştuğu için uygulamada gavurdur, yani kadın açısından “bizdendir”.
13:00 İskelenin hemen dibinde Süleymaniye camisi varmış. Kız camiyi görmek istiyor. Bir başka anakronizm. O tarihlerde Sultanahmet de, Süleymaniye de ünlü değildi. İçeri giren kız dakikasında hayran kalıyor ve “Tanrının düşüncelerinin içinde olmak gibi” diyor. Bu cümleyi film boyunca bir kaç kez duyacağız.
Bu arada size yararlı ve pek çok film, belgesel ve metinle sınayıp doğrulayabileceğiniz bir bilgi: Abartılı cami ve ezan övücülüğü Müslüman düşmanlarının yaygın alışkanlığıdır. Bunu sevimli görünmek için yaparlar. Ezana ve camiye fazlaca düşkün kimi görürseniz onun Müslümanlığından veya İslam’a karşı hoşgörüsünden kuşkulanmanızı tavsiye ederim. Kadın yapmacık bir hayranlıkla tavana bakarken gavur rehber “Tanrı’nın düşüncelerindeki zamanımız doldu” diyor ve camiye giren adamları gösteriyor. Adamlar “tövbe estağfurullah” diyip kadına dik dik bakıyorlar. Yine gerçekdışı bir Türk/Müslüman klişesi. Düzgünce örtünmüş bir kadının caminin erkek salonuna girmesi evet yanlıştır ama “tövbe estağfurullah” da değildir. Ayrıca adamlar çık falan demiyorlar. Dikkat edin. Türkleri-Müslümanları rahatsız edici adi adamlar gibi gösteren böyle küçük ayrıntılardır. Film bize diyor ki “Şu dindar, kuralcı adamlar olmasa dinin ne güzel tadını çıkaracağız, hoşça vakit geçireceğiz.” Tapınakta geleneksel törenlerini yapan Müslümanların bizi Tanrı’dan uzaklaştırdığı söylenmiş oluyor.
16:00 Yüzbaşı Veli, Van kent merkezi için “Edge of nowhere” diyor. Türkçeye “dağın başı, cehennemin dibi, Allah’ın unuttuğu yer” gibi çevrilebilir. Bu gerçekçi değildir. Hiç bir Osmanlı komutanı Osmanlı toprağı için, özellikle Müslüman nüfusun ülkesi için, hele bir Anadolu kenti için böyle demez. Yüzbaşının ağzından çıkan sözler aslında senaristin Van hakkındaki fikridir. Daha sonraki dakikalarda Van için “köy” denmesi ve hatta Van merkezinin köy olarak gösterilmesi senaristin cahilliği ve kibiriyle ilgili bu saptamamızı doğrulayacak.
19:00 Yüzbaşı Veli, Adem’le Havva’nın İslam kültüründe de olduğunu söylüyor. Biraz teknik olacak ama Kuran’da Adem erkek değildir, Havva diye biri de yoktur. Yüzbaşı’nın tanıttığı kültür yozlaşan, bozulan İslam kültürüdür, hakikisi değil. Böyle filmleri zihnimizi kapatarak izledikçe yozlaşma kötüleşecektir.
26:00 Van yolunda Ermeni çetenin baskınında kamyonu ve tıbbi malzemeyi kaybedip ölmekten zor kurtulduktan sonra hemşirenin ulaşmak istediği Amerikan hastanesine varıyorlar. İkisini doktor Gresham karşılıyor. Doktor Yüzbaşı’ya teşekkür edip hemşireyi buyur ettikten sonra kapıyı Yüzbaşı’nın yüzüne kapatıyor. Senariste göre bu normal bir davranış herhalde. O zamanın ve bu zamanın Türklerine göre çok büyük ayıptır. Ve bu gavur, Türkleri ve Doğu insanını beğenmiyor…
33:00 Hastanenin Amerikalı doktoru Gresham, güya politikayla ilgilenmeyen hemşireye diyor ki, çıkması beklenen savaşta Anadolu ikiye bölünecek. “Bir yanda Türkler (Müslüman sözcüğünü kullanıyor), bir yanda Ermeniler (Hristiyan sözcüğünü kullanıyor). Çok kan akacak.” Amerikalı doktorun bildiğini Osmanlı yüzbaşısı da biliyor, savaşın eşiğinde olduklarını ve Ermeni nüfusunun yoğun olduğu Van’ın kesinlikle güvenli olmadığını hemşireye daha önce söylemişti. Şimdi burada durup düşünün. Aklınıza bir şey geliyor mu? …
Savaşın başlamasından kısa süre sonra Osmanlı, Doğu cephesinde gerilemeye başladı. Korkulan gerçekleşti ve Ermeniler Rusya’ya katılarak ihanet ettiler, sivilleri öldürmeye başladılar. Ermeni sürgünü, bu felaketin büyüyüp bir Müslüman soykırımına dönüşmemesi için alınan bir önlemdi. Ve başarılı oldu, biraz da komünist devrimin yardımıyla Doğu Anadolu’da soykırım önlenebilmiştir. Gün gibi ortada olan bu gerçeği bugün bu ülkede kimse dile getirmiyor. Bu, okullarda okutulan tarih kitaplarını baştan yazdırtabilecek kadar önemli ve tarihimizde merkezi bir gerçektir. Filmdeki bu gibi “küçük” ayrıntılar aslında Ermeni sürgününün haklılığını kanıtlıyor. Ama film Ermeni sürgününün haksız olduğuna inanmamızı istiyor, sonraki sahnelerde göreceğiz. Film aslında görebilenler için açık veriyor ve yanlış bir davayı savunduğunu itiraf ediyor. Türkler kendi tarihlerini bilselerdi zaten bu filmleri değil, kendi yaptığımız filmleri izliyor olurduk.
40:00 Hastaneden taburcu olan Ermeni çocuğu köyüne götüren doktora ve hemşireye eşlik etmesi için Yüzbaşı Veli görevlendiriliyor. Çocuğun köyü “üniformalı” askerlerce basılmış ve katliam yapılmış. Baskını yapanın Kürt çeteler, yani Müslümanlar olduğunu anlıyoruz. Kürt demiyorlar ama biz bunu tarih bilgimizden biliyoruz. Film bize doktorun ağzından Osmanlı ordusunun Kürt çetelerin bunu yapmasına göz yumduğunu çünkü Osmanlı’nın Anadolu’yu Hristiyanlardan temizlemek istediğini söylüyor. Doktor, hemşireye “Ermenilerin neden savaşmak zorunda olduğunu gördün” diyor. Ama senarist filmin sonuna kadar Ermeni çetelerin yaptıklarını bize göstermemeyi, söylememeyi seçiyor. En başta sözü edilen “vahşetin” kimin tarafından işlendiğini böylece görmüş oluyoruz. “Tarafsız” olmaya çalışan bir film izlediğimizi belirteyim!
50:00 Başhekim Woodruff: “Tanrı acımasızdır. Hayal edilemeyecek kadar acımasız.” Woodruff’ın karısı ve kızı bu hastanede tifüsten ölmüş. Neden böyle dediği ve bu sahnenin senaryodaki işlevi daha sonra ortaya çıkacak.
1:10:00 O ana dek politikayla ilgilenmiyor görünen, dinlerin farklığını umursamıyor görünen hemşire, hastanenin şapelini (küçük kilise) aramaya gelen Osmanlı askerlerini “Burası dokunulmaz bir tapınak burayı arayamazsınız” diye vazgeçiriyor. Oysa şapelde Ermeni çetelerin silahlarının saklandığını görmüştü, biliyordu. Filmin başlarında hastanede sakladıkları silahlarla donanmış Ermeni çetenin kendisinden çaldığı tıbbi malzemeyi başhekimin satın aldığına tanık olmuştu. Film kadının bu davranışını eleştirmiyor, kınamıyor. Aynı kadın film boyunca savaşın ne kadar kötü birşey olduğunu, kardeşi kardeşe kırdırdığı gibi gevezelikler ediyor. Ne söylüyorsun, ne yapıyorsun?

1:12:00 Hastaneyi arayan ama silahları bulamayan Osmanlı komutanı Halil (çünkü Avrupalı ve Amerikalıların kilise ve okullarının Ermeni çetelerine yardım ettiklerini biliyorlardı) geri dönerken hastanenin başhekimi Woodruff’a şöyle diyor: “Kendinizi fazla önemsemeyin. Sizin uygarlığınız Yunan ve Roma gibi çöktüğünde biz hala burada olacağız.” Bu konuşmanın senaryoya nasıl bir katkısı olduğunu bilemedim ama 2000’lerde, yani Türkiye’nin en zayıf, gidici zamanında yazıldığını düşünürsek, sanırım komutanın nasıl yanıldığı ima ediliyor. Veya düşünmeyi bilmeyen Türk izleyicisini avlamak için öylesine konmuş sakarca bir sahne de olabilir.
1:29:00 Yüzbaşı Veli bir grup Ermeni köylüyü yürüten düşük rütbeli asker grubuna Ermenileri bırakmalarını söylüyor. Başından beri gavur gibi davrandığını gördüğümüz Veli burada tam bir gavur, tam bir Batılı oluyor. Bundan daha Batılı, daha hain olabilir mi? Oluyor! Osmanlı askerine silah çekiyor!

Batılı izleyiciye verilen şu mesaj çok açık: “Türk-Müslüman gibi davranmayan, bizim gibi davranan Türkler bizdendir. İyi Türkler kendi uluslarının çıkarına aykırı, bizimkine uygun davranırlar.” Hep öyle değil midir zaten filmlerde? Amerikalıların, İngilizlerin işgal ettikleri ülkelerde onlara yardım eden yerliler iyi dostlar, değerli insanlar olarak gösterilir. Bu mesaj kimliğini, tarih bilincini bütünüyle yitirmiş olan bugünkü Türklerin üzerinde de etkili olabilir elbette. Müslümanların ve Hristiyanların yan yana göründükleri bütün batı filmlerinde bu mesaj bulunur. Kiminde örtülüdür, kimisi gözümüze sokar. O sırada hastanenin kamyonuyla velinin yanında bulunan hemşire Ermenileri köylerine bırakmak üzere kamyonuna bindiriyor. Bir dakika… Hemşire filmin başında ailesine ait olan bu kamyonu yüce bir davaya, hangi taraftan olursa olsun hastaları iyileştirmek amacına adanmak üzere hastaneye bağışladığını söylemişti. Şimdi ne yapıyor? İçlerinde çeteci olma olasılığı olan, çetecilere yardım eden, Rus ordusuna asker veren Ermenilere yardım için kullanıyor. Film hemşirenin bu davranışını eleştirmeden bitecek.
1:37:00 Ölümcül yaralı olan Veli ve onu Osmanlı birliğine ulaştırmaya çalışan hemşire, gece gökyüzüne bakıyorlar ve “Tanrı’nın düşüncelerinin içinde” cümlesini son kez işitiyoruz. Mesaj şu: “Tanrı sizin Hristiyan, Müslüman olarak ayrılmanızı istemiyor. Siz hepiniz aynısınız. Haydi bırakın bu din saçmalığını.” Gerek İncil’deki gerekse Kuran’daki ifadeler herkesin anlayabileceği kadar açık olduğu için bakalım kitaplar bu mesajı onaylıyorlar mı:
İncil, Yunanna 14:6 İsa, “Yol, gerçek ve yaşam Ben’im” dedi. “Benim aracılığım olmadan Baba’ya kimse gelemez.
İncil, Elçilerin İşleri 4:12 Başka hiç kimsede kurtuluş yoktur. Bu göğün altında insanlara bağışlanmış, bizi kurtarabilecek başka hiçbir ad yoktur.
Kuran, 49:13 Ey insanlar! Doğrusu, Biz sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi budunlar ve boylar olarak ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Doğrusu Allah katında en değerliniz, en saygılı olanınızdır. Doğrusu Allah bilendir, haberdardır.
Kuran, 10:68-69 “Allah oğul edindi” dediler, haşa! […] De ki: “Doğrusu, Allah’a karşı yalan uyduranlar başarıya erişemezler.”
Demek ki neymiş, eksik bilgi başa belaymış. Hristiyanlığı ve İslam’ı bilmeyen Türk izleyici bu mesajı yuttuğunun farkında bile değil, salondan biraz daha yumuşamış, biraz daha “ehilleştirilmiş” olarak çıktı.

Film bütün ahlak sistemlerinin içini boşaltarak tek bir ahlak sistemine, kapitalist, kimliksiz, tarih bilincinden yoksun bir zombi düzeyine inmemizi istiyor. Güçlülerce güdülecek koyunlar olmamızı istiyor. Bu mesajı vermek için “aşk” denen yemi kullanmak en kolay yöntemdir. Çünkü tutulma durumu, insanın mantıklı bütün çağrıları reddedebileceği, buna karşın çoğu zaman özlemle, gülümseyerek hatırladığı bir aşırı heyecan durumudur. Zaten aşk filmi izlemelerinin nedeni de bu anıları yeniden tatmak veya hiç yaşanmamış olana yaklaşmak değil midir? Zaten pahalı bir Batı yapımına para ödemek kendi beyin yıkama seansını finanse etmek değil midir?
Bakın çoğu izleyicinin gözden kaçırdığına emin olduğum çarpıcı noktaları toparlıyorum:
- İyi adam veli, haklı olarak sürülen Ermenileri haksız olarak, üstlerine itaatsizlik ederek geri gönderdi.
- İyi kadın hemşire, Osmanlı askerlerinin Amerikan hastanesinde saklanan Ermeni çete silahlarını bulmalarını engelledi.
- İyi kadın hemşire, Ermeni soykırımcılara yardım ettiğini bildiği hastanede çalışmaktan rahatsız olmadı, orada çalışmayı sürdürdü.
- İyi kadın hemşire, hastaneye bağışlamak için getirdiği kamyonu Ermenileri kaçırmak için kullandı.
Film bütün bunları onaylayarak sona erdi! Film hemşirenin “Ben artık onlardan biriyim. Onlar gibi adil ve iyi olan Tanrı’ya inanıyorum” sözüyle bitiyor. Ne yapıyorsun, ne söylüyorsun? Yutmuyoruz!
Bu filmin Türk-Amerikan ortak yapımı olması bir trajedidir. Bugünlerde “tarafsız” diye önümüze konan malzeme bu ise Türk sinema izleyicisinin yaşayan ölülere dönüşümü tamamlanmış demektir. Bu filme para yatıran Türk yapımcıların Türk tarihini doğru yansıtmak gibi zerre kadar dertleri olmadığı kesindir. Bunların her biri eleştirel düşünürler olmamız için yeni bir sebeptir.
Şimdi sözüm ona filmi beğenmemiş olan bir sinema sitesinin yorumuna bakın: http://www.beyazperde.com/filmler/film-239668/elestiriler-beyazperde/
Sonra öbür sinema sitelerindeki, dergi ve gazetelerdeki yorumlara bakın. Buradaki saptalamaları hiçbirinde bulamayacaksınız. Sinema yazarları perdeye/ekrana “beni eğlendirsin” diye bakarlar. “Bunu yapan adam bizden ne istiyor” diye bakmazlar. Şunu fark edin: “Sinema yorumcularının” hiç biri eleştirel okur değildir. Bu aydınlanma çok işinize yarayacak.
Not: Müslümanlığa ve gavurluğa yaptığım göndermeler filme “dinsel” bir içerik yüklemeye çalıştığım için değildir. Müslümanlık, beğenseler de beğenmeseler de Türklerin yazgısı ve korumaları gereken kimlikleridir. Gayrimüslimlik de onların kimliği ve korumaları gereken kültürel nitelikleridir. Herkesin kendi kültürünü yaşamasını savunuyorum.
Bu etkinlikler son derece yararlı oluyor, devamını dilerim. Yazıyı okurken Mumya 1-2, İndiana Jones filmleri aklıma geldi.
BeğenBeğen
1:12 “Uygarlığınız çöktüğünde biz burada olacağız.” lafının işlevini açıklıyorum. Hala mı paranoyakça geliyor insanlara, bilmiyorum, ama bu laf, batının doğuya olan düşmanlığının ve karşı duruşunun devamı için izleyicinin zihnine bir gerekçe sunuyor, bir meşruiyet sağlıyor. Subayın (Haluk Bilginer) o savaş gerginliğinde bile kendinden emin ve sakin tonlamasına dikkat edin. Sanki her ley onun kontrolünde imiş gibi. Yan batılı izleyici şunu anlıyor :”Hep orada olacaklar. Hiç bir zaman ödün vermemeliyim.”
BeğenBeğen
İlginç bir bakış. Ben böyle yorumlamanın senariste övgü olacağını düşünürüm 🙂 Bu kadar sofistike bir senaryo gibi görünmedi bana.
BeğenBeğen