Sözcükler – 8: Sözcük Seçimine Dikkat

Anlamı Aynı Olduğu Halde Adı Değiştirilen Kavramlar

Bunlar çoğunlukla yapmacık, zorlama sözcük örnekleridir. Safsatalar konusunda değinmiştim, eleştirel okuryazarın sözcük seçimiyle okuyucunun duygularını etkileme girişimine dikkat etmelidir. Aşağıdakiler en bilinen zorlama örnekleridir.

Eylemci yerine “aktivist”. 12 Eylül 1980 darbesinin zihinsel travmasının ürünüdür. Basın eylemci sözcüğünü yalnızca olumsuz anlamda, barışı bozan eylemciler için kullanmakta ısrarcı olunca sözcük lekelenmiş oldu. Bugün hem sevimli, hem de apolitik görünmek isteyenler eylemci yerine aynı anlamdaki İngilizce aktivist sözcüğüne sığınıyorlar (belki politika sözcüğünün anlamına da değinmemiz gerekiyor). “Ülkücü” sözcüğünün başına da aynı şanssızlık gelmiş, yerine tıpatıp anlamlı Fransızca “idealist” sözcüğü kullanılmaya başlamıştır.

Ahlak yerine “etik”. Ahlak kavramı artık hor görülen, eskiye özgü sayılan, çağdaşlığa yakıştırılamayan bir şey sayıldığı için sözcüğü kullanmaktan utananlar Fransızcadan aktardıkları etik sözcüğüyle cahil kulaklarda daha dolgun bir iz bırakmaya çalışırlar. Fransızca ve İngilizcedeki morale/morality (ahlak) ile ethique/ethics sözcükleri arasındaki anlambilimsel fark yok gibidir; yalnızca kullanım alanlarıyla ilgili alışkanlıklar vardır. Konum yerine lokasyon, saz yerine enstrüman, aygıt yerine aparat, düğme yerine tuş veya buton, takım yerine ekipman, kahya yerine vale, telsiz yerine wireless gibi kullanımlar da aynı aşağılık kompleksinin ürünüdür.

Hizmet yerine “ürün”. Son yıllarda hizmetlere “ürün” denmeye başlandı. Hizmet üreten şirketler normalde nesneler için kullanılan ürün sözcüğünü soyut şeyler için kullanıyorlar. Özellikle bilişimciler, bankalar ve sigortacılar çok yapıyor. Amaçlarını tam bilemiyorum ama bir şeyi olduğundan farklı göstermenin iyi bir amacı olabileceğini düşünemiyorum, hele para içinse.

Dişçi yerine “diş hekimi”. Diş hekimleri nedense –çi ekini çiğ ve bayağılaştırıcı buluyorlar. Kökeni Selçuklu zamanına dayanan bir arıza olsa gerek. Türkçe sözcüklerin ve yapım eklerinin bayağı, Türk kültürünün aşağılık bulunması Selçuklunun ve Osmanlının mirasıdır.

Tezgahtar, satıcı yerine “satış temsilcisi”. Tezgahtarlık ne zaman utanılacak bir iş oldu?

Emlakçı yerine “gayrimenkul danışmanı”. İster danış, ister danışma; komisyon oranı belli…

Sekreter veya katip yerine “asistan”. Hâlâ sekretersin…

Bekçi yerine “güvenlik görevlisi”. Kolay yerine zor, dilin mantığına aykırıdır.

Odacı yerine “kat görevlisi”. Dilin mantığına aykırı…

Kapıcı yerine “apartman görevlisi”. Kapıcılar mı ezik, kapıcıları aşağılayan mı var?

Şoför yerine “kaptan”. Gemi mi sürüyor?

Yarış sürücüsü yerine “yarış pilotu”. Bu işi Türkiye’de ilk yapan kişi çevresindekileri arabayı uçurduğuna inandırmak istemiş olmalı.

Pompacı yerine “akaryakıt satış yetkilisi”. İş ilanlarında ve şirket içi belgelerde asgari ücretle çalışacak garibanı iyi hissettirmek ve minnet duydurmak için kullanılır.

Ücretsiz fazla mesai yerine “esnek çalışma saatleri”. Basitçe işçiyi aptal yerine koymaktır.

 

Masumlaştırıcı/Sevimli Sözcük Seçimi Örnekleri

Hazine, bono “ihraç etti”. Hazine’nin elinde değerli bir kağıt varmış da onu satmış gibi bir algı yaratmak amaçlıdır. Gerçek bir ürün veya hizmeti dışarıya satınca kullanılan “ihraç” sözcüğünün olumlu çağrışımı, olumsuz gerçeklere kalkan yapılır. Gerçekte Hazine, bankalardan borç alır. “Hazine bugün yine borç aldı” veya “Türk ulusu bugün yine borç aldı” demek sevimsiz olacağı, hatta düzeni sorgulatacağı için bir sözcük oyunuyla tehdit algısı uyandırılmamaya çalışılır. “Yatırım yapmak” ifadesi de aynı amaçla, örtmece işleviyle kullanılır. “Yabancı yatırımcılar, TC Hazinesi’nin ihraç etmiş olduğu bonolara 1 milyar dolarlık yatırım yaptılar. Hayat ne güzel değil mi gazetemizin sevgili okurları. Üstünüz açılmış, üşümeyesiniz. Muck! İyi uykular.”

Rantiye, rantçı yerine “yatırımcı”, “girişimci”. Rantçıya yatırımcı demenin bir benzeri ülkeden taşınmaz satın alan yabancıya yatırımcı demektir. “Yabancı yatırımcı”nın gerçek anlamı ülkeye dışarıdan para getiren, ülkede yeni katma değer üreten kişidir. Ülkede hazır bulunan taşınmazı ve üretim aracını (fabrika, liman, yol, tarla, şirket, marka vb.) satın alan kişiye bu adın verilmesi kötüye kullanımdır; sözcüğün anlamını yerinden kaydırmaktır; yalandır. Bu kişiler hazıra konucudur, yatırımcı değil. Ülkeye para getirmezler, hatta ülkede üretilen değeri ve parayı dışarıya götürdükleri için asalaktırlar. Yatırmazlar, deyim yerindeyse “kaldırırlar”. Aynı şekilde arsa ve bina rantından yararlanan kişiler, yani bir şey üretmeksizin talepteki değişikliğin meyvesini yiyenler bir şey yatırmış olmazlar. Herhangi bir katma değer üretmiş olmazlar. Başkalarının etkinliği ile üretilen katma değeri yerler. Bu yatırmak değildir, yemektir. Bir dahaki sefere haber metinlerinde, makalelerde “yabancı yatırımcı” benzeri ifadelerle karşılaştığınızda gerçek anlamıyla mı kullanılıyor, dikkat edin. “Emlake yatırım” ifadesini gördüğünüz yerde ranttan söz edildiğine emin olabilirsiniz, onun istisnası yoktur. “Girişimci”den kasıt büyük oynayan bir kumarbaz da olabilir, gerçek bir girişimci de. Duruma göre değişir.

Değişiklik yerine “güncelleme”. Eksik, kusurlu, denenmeden piyasaya sürülmüş ürünlerin satıldıktan sonra düzeltilmeye çalışılmasına güncelleme adı verilmesi, kasıtlı olarak kusurlu ürün satan fabrikanın sahtekarlığı veya en iyi ihtimalle ihmalkarlığıdır. Özellikle yazılım içeren ürünlerde görülür. Kendi sorumluluğunu müşteriye, kullanıcıya yüklemenin sevimli biçimidir. Eleştirel düşünemeyen müşteri elde ettiği yararın azalmasına karşın fiyatı eksiksiz ödüyor olmasına itiraz etmez. Bir de kullanım koşullarındaki ve hizmet sözleşmesindeki değişiklikler var ki tam bir bataklıktır. İmzayı atarken okuyup razı olduğunuz koşulların “artık değiştiğini” söylemek “güncellendiğini” söylemekten daha kaygı verici olacağı için güncelleme derler. Tamamen psikolojiktir. Yalnızca yapılan değişikliği bildirmek yerine bütün bir metni baştan okumaya zorlamalarına hiç girmiyorum, zaten burası yeri değil. Bu sözcüğü kullanan üretici müşterisini aptal yerine koymaktadır, istisnası yoktur.

Vergi borcunun silinmesi veya vergi affı yerine “vergi barışı”. Ortada bir savaş mı vardı? Vergisini ödeyenler enayi miydiler? Vergi affı, Türkiye’de uygulandığı laçkalaşmış, vicdanı ezip geçen, adaletin cesedini tekmeleyen biçimiyle aslında yasal vergi kaçırmadır. Vergisini ödememiş olan şirketler ödüllendirilir, toplum vergi ödemeyenlere teslim olur. Barış değil teslimdir. Ortada bir savaş vardı ise tarafları eşit miydi? Kamu adına vergi toplayan maliye örgütü meşru değil miydi ki vergi kaçıranlarla “ara bulmak” üzere masaya oturdu? Sevr Antlaşması da bir barış antlaşması idi!

Gecekondu affı veya imar affı yerine “imar barışı”. Aynı şablondur. Kaçak yapı üretenler kazanır, toplum gaspçılara, yasayı çiğneyenlere, haydut yöntemleriyle yaşayanlara teslim olur. Yasalara uyan yurttaşlar, alın teriyle yaşayanlar aptal yerine konur ve dürüstlükleri için cezalandırılırlar. Barış değil teslimdir. Ortada bir savaş vardı ise tarafları eşit miydi? Kamu adına planlama yapan otoriteler meşru değil miydi ki haydutla, gaspçıyla eş taraf olarak masaya oturdu? Sevr Antlaşması da bir barış antlaşması idi!

“Kürtlerle Türkler barışsınlar.” Savaşıyorlar mıydı ki? Çok tehlikeli bir söylemdir. Basının “sosyal medyayı ayağa kaldırdı” veya “tepki yarattı” başlıklarını hatırlatır. Yani var olmayan bir olguyu var göstererek o olgunun ta kendisini yaratma çabasıdır. Türklerle Kürtlerin gerçekten iyi geçinmelerini dileyen biri asla böyle cümleler kurmayacaktır.

Zam yerine “fiyat güncellemesi”. Zam kötü bir şey olmak zorunda değildir ama zammı zamdan başka bir şeymiş gibi göstermek kesinlikle kötüdür.

Ordu yerine “savunma kuvveti”. Örneğin İsrail ordusu seksen yıldır saldırmasına karşın kendisine “İsrail Savunma Kuvvetleri” adını verir.

Hayat kadını, fahişe, orospu yerine “seks işçisi” veya “seks emekçisi”. İncelik ayrı şey, politik doğruculuk ayrı şeydir. İnce (kibar/nazik) veya kaba (hoyrat/nezaketsiz) olma seçimi gerçeğin herhangi bir yorumuna hizmet etmez. Gerçeğe bağlı kalırken de, yalan söylerken de ince veya kaba olabilirsiniz. Ama politik doğruluk (politik doğruculuk diye de kullanılıyor), liberalizm ideolojisinden kaynaklanır ve toplumun belli bazı kesimlerini kayıran bir yaklaşımdır. Politik doğrucuların hayat kadınına “fahişe” demekten sakınmaları ince olma çabası değil, olumsuz anlam yükünü ortadan kaldırma ve saygın olmayan bir mesleğe saygınlık kazandırma çabasıdır. Politik doğruculuk doğrudan sözcüklerin, kavramların ve şeylerin anlamlarını ve dolayısıyla algımızı değiştirmeye çalıştığı için eleştirel düşünürün kovaladığı sonuçların (gerçeği olduğu gibi görmek, hatasız yargılamak, yanılmamak) tam tersini yaratmaya çalışmış olur.

Eşcinsel, dönme yerine “gey”, “LGBT”. Bu yeni adlandırma birden fazla sonuç yaratıyor. Her şeyden önce Türkçe konuşan insanlar için yabancı, terimi andıran bir sözcük olması nedeniyle hafif korkutucu oluyor. Hani ahlak yerine etik örneğinde olduğu gibi tepeden bakan, halk dilini küçümseyici, bilgi faşizmi diyebileceğimiz tanıdık etki. Bunun yanı sıra “LGBTQIA…” diye sonu gelmez bir biçimde uzatılarak “biz çok kalabalığız” izlenimi oluşturuyor. Hem çok kalabalık, hem de birbirinden farklı türlü türlü yaşam biçimlerini kapsadığı izlenimi… Batı’daki eşcinsel ve dönme gruplarıyla aynı kısaltmayı kullanıyor olmanın psikolojik avantajını da unutmayalım; çünkü kısaltmayı oluşturan sözcüklerin hepsi İngilizcedir. Ve belki hepsinden önemlisi Türkçe sözcüklerin taşıdığı olumsuz çağrışımlardan kurtulmaya çalışılıyor. “Gey” sözcüğü İngilizce gay sözcüğünün okunuşudur, yoz bir sözcüktür ve sözlükte yer almaz. İngilizce argosunda eşcinsel erkek anlamında kullanılmış, daha sonra argodan günlük konuşma diline terfi etmiştir. Türkiye’de ite kaka kabul ettirilmeye çalışılmasının nedeni hem Türkçeye duyulan tiksinti, hem de eşcinsel sözcüğünün getirdiği olumsuz önyargıdan kurtulma isteğidir. Dilin doğası gereği olumsuz çağrışım kısa sürede yeni sözcüğe de yapışacaktır.

Çingene yerine “roman”, Yahudi yerine “Musevi”. Yahudiler Yahudiliğin bir din olmadığını kendileri söylüyor. Nitekim içlerinde ateist, deist, panteist olanların varlığını biliyoruz. Bu durumda onları birleştiren nitelik Musa’nın izinden gitmeleri olamaz. Türklerin toplum belleğinde Yahudi sözcüğünün yarattığı bazı sevimsiz, soğuk çağrışımlardan kurtulmak için tercih edilir. Benzer biçimde roman sözcüğü de çingene sözcüğünün olumsuz çağrışımlarını “sıfırlamak” düşüncesiyle uydurulmuştur. Dilin evrensel özelliği nedeniyle geçici bir kafa karışıklığından sonra yeni sözcük, eski olumsuz çağrışımları yeniden yüklenmiş olarak benimsenecektir.

AKP yerine “Ak Parti”. Türkçe’nin kısaltma yapma kuralı değişmediyse eğer, “Adalet ve Kalkınma Partisi” AKP diye kısaltılır. Partiyi kurarken “Ak Parti” adı verme olanakları vardı, vermemeyi seçtiler. Sırf kısaltması güzel görünsün ve başka bir kısaltmaya yol versin diye rastgele sözcükler seçtilerse bu Türkçeye ve parti bağlılarına saygısızlıktır. Ak sözcüğünün sevimliliğine sığınmak için o güzel sözcüğü kirletiyorlar. Âkil, çözüm, açılım, irade, güncelleme, demokrasi, dönüşüm, sivil, milli, dindar vb. sözcükleri kirlettikleri gibi.

“Türk Malı” yerine “Yerli Malı”. Yerli deyince daha sevimli olunmuyor ama denk bir sözcük kullanılmış gibi yapılıyor. Oysa iki sözcüğün anlamı bir değildir. Kaynak ve aitlik vurgusu sinsice ortadan kaldırılmıştır. Türk malı yurtdışında çıktığında artık yerli olmaz ama Türk malı olarak kalır. Kurumların adlarından ve tabelalarından Türk ve Türkiye Cumhuriyeti adlarını sildiren güdülenmeyle yerli malı yazdıran güdülenme aynıdır.

türkmalı eski logosu
Eskiden ürünlerde “yerli malı” logosu yerine bu logo bulunurdu.

Bunun yanı sıra “Yerli üretim” ve “menşe ülke: Türkiye” ifadelerinde üreticinin tüketiciye yönelik bir aldatma girişimi gizli olabilir. Sözgelimi ithal susamla yapılmış tahinin üzerinde “menşe ülke: Türkiye” yazabilir. Bildiğim kadarıyla DTÖ’nün ve AB’nin gümrük tarifelerini ilgilendiren menşe kuralları var ama bu tüketici mevzuatını ilgilendiren bir konu değil. Yani perakende ürünün üzerinde “menşe” olarak neyin yazılacağı düzenlenmiş değildir.

menşe ülke türkiye tahin

 

 

Anlamı Değiştiği Halde Kendisi Aynı Kalan Sözcükler

Bir ülkenin medeni yasası değiştiğinde eşlerin aralarında yaptıkları ve devleti tanık tuttukları evlilik, eskisinden farklı bir sözleşme haline gelir. Yani içeriği, konusu, koşulları, sonuçları değişir. Ama adı değiştirilmediği için insanlar eskiden beri “evlilik” diye bildikleri şeyin sürdüğü yanılsamasına kapılırlar.

Para birimlerinin değerli maden karşılığı kaldırıldığında aynı şey olmuştur. Amerikan dolarının altın karşılığı 1971 yılında kaldırıldı, yani “dolar” sözcüğünün anlamı değişti ama sözcük değişmedi.

Anayasa Mahkemesi’nin yasaları esastan bozma yetkisi 2010 referandumunda kaldırıldı. Ama adı değiştirilmeden bırakıldığı için dikkatsiz yurttaş ülkede hala bir Anayasa Mahkemesi var sanıyor.

Özelleştirilen KİT’lerin kimisinin adı değiştirilmeden bırakılmış ve yurttaş yanıltılmıştır.

Birkaç yıl önce gıda kodeksi tebliğleri değiştirildi ve bir ekmeğin tam buğday ekmeği adıyla sayılabilmesi için gereken tam buğday unu oranı %60’a düşürüldü. Şu anda piyasada %90 ve %60 oranında tam buğday içeren iki farklı ekmek aynı adla satılıyor.

Moleküler işlemle genetiği değiştirilmiş tarım ürünleri eski, orijinal durumlarına verilen adlarla satılıyor. Örneğin GD mısır aslında mısır değil, farklı bir bitki türdür. Bir şirketin tasarladığı ve tasarım olduğu için patentlidir. Özel ticari adı tescilli bir üründür; demektir ki siz ve ben bu tescilli adı kullanamayız. Ama bu ürünün “mısır” adıyla satılmasına yasalar izin veriyor. Oysa patentli ve tescilli bir ürün olduğu için hukuki bir çifte standart oluşturmamak için tescil edilen adıyla (tescilli markasıyla) satılması gerekir. Böyle yapılmamasının tek nedeni tüketiciyi korkutmamak ve aldatmaktır.

Endüstri ürünlerinde çok rastlanır. Herhangi bir ürün dizisi baştan aşağı yenilenirken adı değiştirilmez. Hatta kimi zaman, özellikle şirket birleşmelerinde, bir ürünün markası değişmezken kendisi bambaşka bir markanın ürünü haline gelir. Beyaz eşya, kat kaloriferi, otomobil, bilgisayar, telefon gibi ürünlerde örneği çok görülmüştür. Tüketici eski markanın veya modelin bilip güvendiği bir özelliğinin yeni üründe de sürdüğünü sanarak aldanır. Yani tüketici aldatılır.

Bir şirket satılıp el değiştirdiğinde özellikle son tüketiciye yönelik iş yapan bir şirketse yeni sahipleri çoğu kez ad değiştirmezler. Şirketin bütün yöneticileri değişir, çalışanların büyük bölümü değişir, ürünler değişebilir, çalışma yöntemi ve ilkeler değişebilir. Perde arkasında hizmeti sunan gerçek kişiler olan yöneticilerin ve hissedarların yüzlerini gizleyen birer maske olan şirket adı ve logosuyla tüketici aldatılmış olur.

Yanılgı kasıtlı olarak ortaya çıkarılmak zorunda değildir. Töre sözcüğünün anlamı son yüzyıl içinde tamamen değişmiştir. Önceleri yaşamın her türlü yasası, ahlak yasası, iyi bilinen ve izlenen yol anlamlarına gelen sözcük bugün yalnızca olumsuz anlamda, ahlak yasasının küçük düşürülmek istenen ve aşağılanan parçaları için kullanılıyor. Din sözcüğü de benzer bir değişim yaşamış, yaşamın her türlü yasası (yani en geniş anlamıyla ideoloji) anlamından tapınak ve mezarlık törenleri anlamına indirgenmiştir. Toplumbilimin konusu olabilecek sözcüklerden pek çoğunun anlamı hızlıca değişmiş ama yeni oluşan kavrama yeni ad vermek yerine eski adlar kullanımda kalmıştır. Böylece insanların düşünceleri de çoğu kez yanlış yönde olmak üzere değişmiş, kafa karışıklığı ve yanılgı artmıştır.

töre
Kibar Feyzo filminden bir kare. Töre sözcüğü basın-yayında hep olumsuz çağrışımla kullanılagelmiştir.

Din sözcüğü belki de üzerinde en çok çalışabileceğimiz sözcüktür. Türkçedeki “din” sözcüğünü iyi çözümler, iyi anlarsak sözcük oyunlarını, sözcüğe dayalı çarpıtmaları, sözcüğe dayalı kavram sabotajlarını teşhis etmede çok iyi bir duruma geliriz sanıyorum. Anlamı değiştiği halde kendisi aynı kalan sözcüklerin kralıdır desek yeridir. Bu anlam değişiminin toplumumuza maliyetini açıklamaya gücüm yetmez. Sözcüğün Arapçasını; Batı dillerindeki karşılığı olduğu düşünülen religio (Latince), religion (İngilizce, Fransızca, Almanca), faith (İngilizce) sözcüklerini iyi öğrenmenizi tavsiye ederim. Kökenbilim sözlüklerinden araştırır ve belli başlı kitaplarda izini sürerseniz Batı dillerindeki karşılıklarının da son birkaç yüzyıldır değiştiğini ve dolayısıyla gerçek bir anlaşamama durumuna, tam bir kakofoniye yol açtığını görebilirsiniz. Bu kaosu ortadan kaldırmak için birkaç seçeneğimiz var.

  1. Sözcüğü hiç kullanmamak, varsa bağlama uygun olan anlamca en yakın ve anlamı kaymamış olan eşdeğerini kullanmak.
  2. Üşenmeden, bıkmadan her seferinde tanımını yaparak kullanmak.

Tanımı “din” üzerinden yapılan din özgürlüğü, inanç, laiklik, tapmak, hurafe gibi kavramlar da din sözcüğünün anlamındaki değişmeden ve belirsizleşmeden doğal olarak etkilenmiştir. Hatta denebilir ki Tanrı sözcüğünün anlamı ve zihinlerde yarattığı her türlü çağrışım, din sözcüğünün anlamsızlaşmasından etkilenmiştir.

Son olarak, sözcükleri tek tek anlayarak konuşmayı, yazmayı, okumayı ve dinlemeyi alışkanlık edinirseniz bunun çok eğlenceli olabileceğini söylemek isterim. Yeni bir farkındalık düzeyine çıkmanızı sağlayabilir.

 

Farklı Olayları Aynı Sözcüklerle Anlatmak

Örneğin “borla çalışan motor icat edildi” cümlesi fazla bilgi vermez. Çünkü benzinle çalışan bir motorun yaptığı iş aslında şudur: Benzini yakar, yani molekül yapısındaki bağları kopararak karbondioksit ve suya dönüştürür, ortaya çıkan ısı enerjisini harekete çevirir. “Borla çalışan” motor ne yapmaktadır? Boru yakmakta mıdır? Bor yanınca neye dönüşmektedir? Bu metinlerde çoğunlukla belli değildir. Aynı biçimde “suyla çalışan motor” dendiğinde bundan herhangi bir şey anlamak olanaklı değildir. Motor suya ne yapmaktadır? Suyun molekülünde koparılınca enerji veren bağ var mıdır? Motor suyu neye dönüştürmektedir? Bunlar son derece basit ama bizi yanlış anlamalardan veya zihinsel sömürüden koruyan son derece güçlü sorulardır.

Sözgelimi aynı soruları “hidrojenle çalışan otobüs” için sorduğumuzda bu otobüsün gerçekte enerji sorununu çözme potansiyeli olmadığını anlama yolumuz açılır. Çünkü “benzinle çalışan” çalışan ifadesinden kasıt benzin molekülünde saklı enerjiyi salarak çalışan” iken, “hidrojenle çalışan” ifadesi bu anlamı taşımaz. Çünkü hidrojen molekülünde saklı enerjiyi salmamakta, tersine onu oksijenle birleştirerek ortaya çıkan enerjiyi kullanmaktadır. Ayrıca benzin doğada hazır bulunan petrolden süzülürken hidrojen fabrikada enerji harcayarak üretilir. Yani hidrojen, benzinin yakıt olduğu anlamda yakıt değildir. Bunu anladığımızda bize aslında farklı bir enerji kaynağından söz edilmediğini anlamaya başlarız. Hidrojen bir yakıt değil, bir enerji taşıma aracıdır; tıpkı elektrik gibi. Bu çok önemlidir. Bu ayrımı yapamayan kişiler ülkelerin meclislerine giriyor ve enerji yasaları çıkarıyor, karmaşık teknolojik düzenlemeler yapıyorlar. Yine bu ayrımı yapamayan kişiler oy vererek bu kişileri seçiyorlar.

Elbette bu ayrımı yapabilmek için ortaokul-lise düzeyinde kimya bilgisi gereklidir. Ama bu, sonu gelmeyen yalanlardan ve bilgi kirliliğinden korunmanın sağladığı yarara göre fazlasıyla küçük bir bedeldir. Bir 13.yy köylüsünün bilgi düzeyiyle 2020 yılında bir kentte nitelikli bir yaşam sürebileceğini düşünenler yanılıyorlar. Sorun okullarda öğrencilere bilgilerin “ezberletiliyor” olması değil, bu bilgileri nasıl kullanacaklarının öğretilmemesidir. İşte böyle kullanacaklar.

Basının sözcük cambazlıkları başlığı altında örneklediğim sözcükler de farklı olayları benzer olaylarmış gibi anlatmak için sıkça kullanılır.

 

Aynı Olayı Farklı Sözcüklerle Anlatmak

Örnek: Ege İşgali

Ege’nin 1920’lerde Yunanlarca işgali hepimizin bildiği bir olgudur. 1,2 milyon sivilin öldürüldüğü veya sürüldüğü, onlarca köyün yakıldığı, yüzlerce kadının ırzına geçildiği bir mezalimdir. Yunan ordusu Kuvayı Milliye tarafından güçlükle durdurulmuş ve püskürtülmüştür. Bölgenin ticaretini büyük oranda elinde bulunduran, Müslüman halka göre daha iyi koşullarda yaşayan Yunan asıllı pek çok Osmanlı yurttaşı Yunan ordusuna geçmiş ve kendi yurduna karşı savaşmıştır. Artık barış içinde bir arada yaşama olanağı kalmaması nedeniyle Anadolu’da yerleşik olan Yunan aileler savaşın sonunda zorunlu olarak Yunanistan’a göçürülmüştür. Bu olayı hiç bilmeyen birine aşağıdaki sözcüklerle anlatıldığını düşünün:

“Ege Yunanları Anadolu’da bir Yunan devleti kurmak için çalışmalara başladılar. Anadolu topraklarının büyük bölümü boştu, otlaklar otlatılmıyordu, tarlalar işlenmiyordu. Yunanlar Ege’yi kendilerine yurt yapmak üzere büyük bir umutla Anadolu’ya akın ettiler. Ama ne yazık ki İngiltere kendilerine verdiği himaye sözünü tutmadı. İhanete uğrayan Yunan birlikleri Türk teröristler karşısında tutunamadılar ve Ege’yi terk etmek zorunda kaldılar. Çok geçmeden Anadolu’nun Yunan halkı bölgeden topluca sürüldü. Yunan halkının Anadolu Türkleriyle barış içinde yaşama düşü, Türklerin saldırganlığı nedeniyle gerçekleşemedi.”

Olayın özünü iyi bilen kişiler aynı tarihsel olguların farklı sözcük ve dil seçimi ile nasıl farklı tınılara sahip anlatımlara konu olabileceğinin örneğini görüyorlar. Buradan alacağımız ders, çok iyi bilmediğimiz tarih olaylarını okurken bize kılavuzluk etmeli. Sözgelimi İkinci Dünya Savaşı, İsrail’in kuruluşu, Kore Savaşı, Yugoslav İç Savaşı, Suriye İç Savaşı, Kıbrıs Savaşı gibi konuları aktaran kaynakların kullandıkları dil birinci derecede önemli olacaktır. Yazar, kullandığı dili okuyucunun vermesini istediği tepkiye göre ayarlayabilir.

“Gerçeğin bütününü ve yalnızca gerçeği bilmemi…”

Bu, “Yazar benden ne istiyor?” temel sorusunun olası yanıtlarından biridir. Ama bu en iyimser olasılıktır ve en iyi olasılıklar pek ender gerçekleşir.

Örnek: Bankanın Tarihi

Aynı tarihsel sürecin iki aktarımı arasındaki farkları irdeleyiniz:

“Ortaklaşa çalışan insan zihinlerinin dikkat çekici bir özelliği vardır. Yalnızca var olduğunu düşündüğümüz için var olan nesnel bir gerçeklik yaratabilir. İlginçtir, bu varlıkların kişisel fikirlerimizden oluştuğunu düşünebiliriz ama kendi gerçekliklerine sahiptirler. Bilinen bir örneği alalım. Elimdeki kağıt parçasını önemli yapan fiziksel kimyasal bileşimi değil para olmasıdır. Üzerindeki mürekkep de onun para olmasına yetmez çünkü bunu ben aynı bileşimde bodrumumda yaptıysam insanlar bunu para olarak kabul etmeyeceklerdir. Para vardır çünkü insanlar onun var olduğuna inanırlar. Paranın nasıl evrildiğine bakalım. Önceleri insanlar altın veya gümüş taşıdılar. Sikkenin maddesinin değeri, üzerinde yazılı değere eşitti. Ama üzerinde yazılı değer, hile yapanlar nedeniyle yeterince güvenilir olamıyordu. Bu yüzden insanlar sikkeleri bankalara emanet verdiler ve bankalar bunun karşılığında kağıt senet veriyordu. İlginç olan, insanlar bu kez altına veya gümüşe gerek duymadılar çünkü senet de geçiyordu. Dâhinin biri, kasada var olan altın veya gümüşten fazla senet yazabildiğini fark etti. Herkes aynı anda bankaya koşup senedinin karşılığını istemediği sürece sorun çıkmayacaktı. Uzun bir süre sonra birisi altını ve gümüşü tamamen unutabileceğimizi ve yalnızca kağıt senedi talep ettiğimizi keşfetti. Ve bugün bulunduğumuz noktaya geldik. Amerikan Merkez Bankası’na gidip kağıt senedinizin karşılığını istediğinizde size aynı değerde bir başka senet vereceklerdir. Kağıt paranın üzerinde bulunan metal karşılık taahhüdü sessizce ortadan kalkmıştır. İngiliz Sterlini’nin üzerinde bu hala yazar ama İngiliz Merkez Bankası’na gittiğinizde size bir başka banknot dışında hiç bir şey vermezler. Bu, karşılıksız paranın evrimidir. Karşılıksız paranın yaratılması kurumsal bir olgunun/gerçekliğin yaratılmasıdır. Metal para ise toplumsal olgu idi.” Kaynak: The Philosophy of Mind (Zihin Felsefesi semineri) – John R. Searle, D. Phil., The Construction of Social Reality (Toplumsal Gerçekliğin İnşası bölümü), The Teaching Company, 1996.

Şimdi aynı evrim öyküsünü bir de “Borç Olarak Para” belgesel filminden dinleyelim:

“Bir zamanlar para olarak hemen her şey kullanılırdı. Altın ve gümüş çekiciydi ve işlemesi kolaydı. Kuyumcular ağırlığı ve saflığı ayarlanmış ve onaylanmış sikkeler basarak ticareti kolaylaştırdılar. Altınını korumak için kuyumcuya bir kasa gerekti. Kısa süre içinde değerli eşyasını ve sikkesini saklamak isteyen kasabalılar kuyumcunun kapısını çaldılar. Çok geçmeden kuyumcu kasasının her rafını kiraladı ve bundan küçük bir gelir elde etti. Yıllar geçti ve kuyumcu kurnazca bir şey saptadı: Emanetçiler altınlarını almak için nadiren geliyorlardı. Hepsinin birden geldiği ise hiç olmuyordu. Bunun nedeni kuyumcunun altın emanet belgesi olarak yazdığı senetlerin piyasada altının kendisi gibi kabul görmesiydi. Bu sırada kuyumcu başka bir iş edindi. Altını faizle borç olarak veriyordu. Bunun üzerine kuyumcunun aklına daha da iyi bir fikir geldi. Emanetçilerin çok azının gerçek altınlarını geri aldığını biliyordu. Dolayısıyla kuyumcu yalnız kendi altınına karşılık değil, emanetçilerin altınına karşılık da senet verebileceğini fark etti. Krediler geri ödendiği sürece emanetçiler buna uyanmayacaktı, kimsenin parası da azalmayacaktı. Kuyumcu yıllar boyunca kişilere birbirinin hesabından borç vererek iyi bir kazanç elde etti. Ve bu bankacılığın başlangıcı oldu. Ancak bankaların bugünkü çalışması böyle DEĞİLDİR. Kazancını mudilerle bölüştükten sonra kalan kar kuyumcumuzu/bankerimizi tatmin etmedi. Kasada tam olarak ne olduğunu kimse bilmediği için, var olmayan altın için de senet yazabilirdi! Senetleri elinde bulunduranların hepsi kasaya aynı anda gelmediği sürece bu oyunu kim fark edebilirdi ki? Bu yeni plan çok iyi işledi ve banker, var olmayan altına ödenen faizle müthiş zenginleşti! Bankerin yoktan para yaratması fikri kabul edilemeyecek kadar korkunçtu. Dolayısıyla halk uzun süre bunun gerçek olabileceğini düşünmedi.” Kaynak: /watch?v=UDd4BrmLunw (başına youtube.com ekleyin)

Aynı öyküyü bir de şuradan okuyabilirsiniz. Farklı aktarımların sizde uyandırdığı farklı düşünceler ve duygular neler? Sözcükler ve kavramlar nasıl kullanılmış? Yazar ne tepki vermemizi istiyor? Ne düşünmemizi, neye inanmamızı istiyor?

Örnek: Türkiye’nin Saat Diliminin Değişmesi

Yukarıdakiler kadar vurucu bir örnek olmasa da Türkiye’nin saat dilimini değiştirmesinin “yaz saati uygulamasının bütün yıl sürmesi” olarak sunulması da bir tür kelime oyunudur. Yazar aynı olayı “Türkiye saat dilimini değiştirdi ve yaz saati uygulamasını bıraktı” demek yerine “Türkiye bütün yıl yaz saatini uyguluyor” diyerek anlatmıştır. https://elestireldusun.wordpress.com/2018/11/18/okuma-ornegi-butun-yil-yaz-saati/ 

 

Sözcükler Sanılandan Daha Önemlidir

Bir deneyde, kişinin birbirinden çok az farklı iki rengi birbirinden ayırabilme yetisinin kültüre göre değiştiği ortaya çıkmıştır. Bir rengin pek çok tonunu ayrı ayrı adlandıran bir kültürde kişilerin renkleri hassas ayırt edebilme yetisi daha iyidir.[1] Örneğin sarı, kırmızı ve turuncudan ayrı olarak “kahverengi” sözcüğünü barındıran bir dili konuşan kişi bu rengi daha iyi ayırt eder.[2] Sibirya’nın Çakçi (İng. Chukchee) toplumunun renkler için kullandığı çok az sözcük vardır. Renkli ipleri ayırmaları istendiğinde bunu pek iyi yapamamışlardır. Oysa geyik derisinin dokusunu anlatan yirmi dört sözcükleri vardır ve kendilerine verilen deriyi sınıflamakta, bu dokuları tek tek adlandırmayan Batılı bir bilimadamından çok daha hassastırlar.[3] Gelişmekte veya değişmekte olan bir kültürün düşünme biçimi sözcük dağarcığıyla yakından ilgilidir. “Kardeş rekabeti” adlandırmasını 1893 yılında Felix Adler’den önce kullanan olmamış. 1920’lerde iyi bilinen iki yayında terimin kullanılmasından sonra akademik kullanıma geçmiş. Kavram her yerde kullanılmaya başlandıktan sonra yetişkinlikteki başarısızlıktan biten evliliklere, eşcinselliğe kadar bir sürü şeyin sorumlusu olarak gösterilmeye başlanmış.[4]

Bugünlerde dilimize sokulmaya çalışılan “şiddetsizlik” sözcüğü de benzer bir etki yapıyor. Şiddet sözcüğünün yanlış çeviri olduğuna ve çoktandır anlamı kaydırılarak suiistimal edildiğine değinmiştim. Bu sözcüğü alıp bir de sözcüğün değilini ayrı bir nitelik olarak tanımlayan kişi, zihinlerimize yeni bir düşünce birimi sokmaya çalışıyor. Bu sözcüğü var olan bir gerçekliğin ses karşılığı olarak benimseyen kişi artık insan ilişkilerinde “şiddetsizlik” diye bir niteliği arar olacaktır. Öte yandan sözgelimi yalansızlık, yapmacıksızlık, tuzaksızlık, sinsiliksizlik, gıybetsizlik vesaire sözcükler türetilmediği için bu nitelikleri aramayacaktır. Tıpkı kahvenin rengine ad vermeyen kişinin o renk bir giysi aramayacağı gibi.

Benzerlerini sürekli görüyoruz. Kullandığımız sözcükler vereceğimiz yargıları doğrudan etkiliyor. “Hiperaktif” sözcüğünü yarım yamalak öğrenen her ana-baba çocuğunun öyle olup olmadığını düşünmeye ve sapasağlam çocuğunun hasta olduğuna karar vermeye başlıyor. “Eşitlik” sözcüğüne yerli yersiz her bağlamda maruz kalan kadın, her an kocasının eşitliği bozacak bir şey yapıp yapmadığını sınar hale geliyor. “Birey” sözcüğüne yapılan vurgu, öbür çocuklardan hiçbir farkı olmayan çocuğun kendine yapay olarak farklı beğeniler ve meraklar atamasıyla sonuçlanıyor.

Yazılım ürünleri asla “satılmaz” çünkü satın alan kişinin onu kullanması başka bazı koşullara bağlıdır. Örneğin üzerinde değişiklik yaptıktan sonra ticari olarak kullanamaz. Örneğin lisans belli süre içindir ve yenilenmesi gerekir. Örneğin CD’yi kaybederseniz satıcı size yeni CD’yi ücretsiz vermez. Ne satıştır, ne kiralama; bambaşka bir şeydir. Buna rağmen dilimizde satış ve kiralama dışında yeni bir sözcük türetilmediği için yazılım ürünlerinin “satışı” yıllardır hem borçlar hukukuna hem tüketici hukukuna bazı aykırılıklar içerir.

Bu konuda belki en çarpıcı örnek “kitap” sözcüğüdür. Bu, içeriğe göre değil, fiziksel biçime göre yapılan bir adlandırmadır. İçeriği bambaşka olan söz ürünleri, yalnızca kağıda basılıp ciltlendi diye bütün bildiğimiz uygar dillerde kitap diye adlandırılıyor. Oysa roman ve şiir (kurgu) başka bir şeydir, bilgi veren kitaplar başka. Bütünüyle ilgisiz amaçlara hizmet eden bu iki ayrı ürünün aynı dükkanda satılması belki de adlandırmanın sonucudur. İçerikle ilgili hiçbir bilgi vermeyen “kitap okumak” eylemi kurgu ürünler ve kurgu olmayan ürünleri anlatacak biçimde ikiye ayrılsaydı algı dünyamızda çok şey değişecekti. Çünkü roman, hikaye, şiir okumak; başvuru, araştırma, bilim kitabı okumaya hiç benzemez. Aynı biçimde “yazar” sözcüğünün uyandırdığı anlam, duygu ve çağrışım kümeleri birbirinden apayrı iki dünyaya bölünecekti.

Amerika’da false flag sözcüğü halkın kullanımındadır. Bire bir anlamı “sahte bayrak”tır ve başka biriymiş gibi görünen kişilerin yaptıkları sabotajları, işledikleri suçları anlatır. Eylemin amacı olayı yapanı veya sözü söyleyenin başkası olduğu görüntüsünü vermek, böylece tepkinin, öfkenin ve adli sistemin hedefine o masum kişiyi koymaktır. 11 Eylül’de ve Charlie Hebdo’da Müslümanlar, Yeni Zelanda Christchurch cami saldırısında milliyetçi Hristiyanlar bu şekilde hedefe konmuş kişilerdir örneğin. Türkçede bu sözcüğün karşılığı türetilmediği için yanlış olarak “provokasyon” sözcüğü kullanılıyor. Provokasyon yalnızca kışkırtma demektir; kavramı karşılamıyor. Sözcüğün kullanımı kafa karışıklığına neden oluyor veya neyin kast edildiği hiç anlaşılmıyor. Bu yüzden Türkiye’de defalarca görülmüş olan sahte bayrak olayları tartışılırken bu olasılık, yani suçluymuş gibi görünen kişilerin aslında hedefteki kişiler olabileceği olasılığı çok az konuşuluyor. İngilizce konuşan toplumlarda bu tür olaylar irdelenirken bolca kullanılan patsy, conning, shill, crony, gatekeeper gibi sözcüklerin hiçbirinin Türkçe karşılığının hala türetilmemiş veya eski karşılıklarının unutulmuş olmasının Türk toplumunun bu konuları çözümlemekteki, tartışmaktaki ve hatta anlamaktaki başarısızlığıyla yakından ilgisi olduğunu düşünüyorum.

 

Dipnotlar

[1] Bruner, Jerome S. (1995). Beyond the information given: Studies in the psychology of knowing, pp 380-386; van Geert, Paul. (1995). “Green, red and happiness: Towards a framework for understanding emotion universals.” Culture and Psychology, June, p 264.

[2] /watch?v=wh4aWZRtTwU&t=13m26s Başına Youtube.com ekleyin.

[3] Bogoras, W. The Chukchee. New York: G.E. Stechert, 1904-1909; Bruner, Jerome S. Beyond the information given: Studies in the psychology of knowing, p 102-3.

[4] Stearns, Peter N. (1988). “The rise of sibling jealousy in the twentieth century.” In Emotion and social change: Toward a new psychohistory, edited by Carol Z. Stearns & Peter N. Stearns. New York: Holmes & Meier, pp 197-209.

Sözcükler – 8: Sözcük Seçimine Dikkat” için 2 yorum

  1. George Carlin’in ABD’de yaptığı sorgulamayı ve İngilizce dil çözümlemesini Türkiye’de ve Türkçe için yapan birini arıyordum, sitenize denk gelmem hoş bir tesadüf oldu.

    Beğen

Yorum bırakın