Yazıyı pdf olarak indirebilirsiniz: İndir
Not: WordPress bazı özellikleri kaldırdığı için sayfa düzeninde ve resimleri büyütmekte zorlanıyorum. Sorunu nasıl çözeceğimi bilenlerden yardım rica ediyorum. Pdf’yi A4 boyunda yapmak zorunda kaldım. Öncekini A5 yapmıştım. Yazdırıp okuyacak olanlar kusura bakmasınlar.
Bilgi olmadan düşünmeye çalışan zihin, yakıtsız çalıştırılmaya çalışan motora benzer. Bir eleştirel düşünürün uygarlık tarihini ana çizgileriyle bilmesi gerekir. Bir motorunuz olmalı, evet ama o motoru bir iş yapmak için kullanacaksınız. Yapacağınız bir iş veya gideceğiniz bir yer yoksa motor edinmek için uğraşmanız boşuna. Gerçeği bilmek isteyen kişi, uçsuz bucaksız gözüken ve bir kuşağın gözünün ve kulağının erişimi dışında kalan zaman çizgisinde bulunduğu noktayı anlamalıdır. Bu, sayısal bir değer veya anlamsız bir takvim yaprağı değil, anlamlı bir neden-sonuç zincirinin nasıl bir halkasında bulunduğunu bilmek demektir. Yine uçsuz bucaksız gözüken yerküre üzerinde bulunduğu noktayı da aynı biçimde anlamalıdır. Bu, koordinatları ezberlemek değil, küreyi doldurmakta olan toplumların neden-sonuç ilişkileriyle örülü ilişkilerini anlamak ve o anda hangi nedenlerin ve hangi sonuçların üzerinde bulunduğunu anlamak demektir. Gerçeği bilmek isteyen kişi, üzerinde durduğu bu noktaları kavramaya çalışırken kendisini bu konuda aldatmaya çalışanları da tanımalıdır. İyi ve kötü insanlar vardır ve kötülerden sakınamayanların iyi olabilmeye güçleri yetmez. Bundan ötürü, eleştirel düşünürün zihinsel çabasının önemli bir bölümünü kötülük ve kötüler kaplamak zorundadır. Burada iyimserliğe veya kötümserliğe yer yoktur; yalnızca gerçekçilik olmalıdır.
Tarihin nasıl anlatılması gerektiği veya nasıl okunması gerektiği konusunda sayısız görüş vardır. Tarihi en evrensel, en değişmez terimlerle okuyacak olursak insanı insan yapan nitelikleri gözden kaçırmayan bir tarih okuması herhalde bize en nesnel bakışı kazandıracaktır. Bunlardan belki en önemlisi insanın gerçeği işaretlerle temsil etme, yani konuşma, demek ki yalan söyleme niteliğidir ki “insan iş yaptıran hayvandır” gibi tanımlar aslında bu niteliğe işaret eder. Uygarlığı iş yaptırma sözleşmelerinin belirleyiciliğiyle tanımlayabiliriz. İş bölümünün gelişmesi hiyerarşinin de gelişmesini zorunlu kılar. Hiyerarşinin kendisi bir bozulma değildir ama bozulmaların teşhisini ve tedavisini bambaşka yapmıştır. Çünkü iş yaptırma ve iş yaptırılma konumları insanın yalan söyleme güdüsüyle arasındaki ilişkiye bambaşka bir derinlik katmıştır. Bizim bağlamımızda, yani bizi kimlerin gerçeklerden nasıl uzaklaştırmaya çalıştığı açısından baktığımızda, tarihi “yöneten ve yönetilen” ikiliğini akılda tutarak okumamız gerekir. Çünkü yönetim hükümetle, orduyla ve teknolojiyle sınırlı değildir. Bunların hepsi zihinlerin yönetilmesinin ardından gelir. Modern çağ öncesinde yönetim yalnızca hükümetlere özgüydü. Kolonicilik, ardından bankalar ve ardından fosil yakıtların ortaya çıkmasıyla bu güç tekeli kırıldı. Karşımızda eski çağlardakinden daha karmaşık, dolayısıyla anlaması daha zor ama buna rağmen daha az merkezi olmayan bir güç ilişkileri ağı var. Yöneten ve yönetilen ikiliği yolumuzu kaçınılmaz olarak basın-yayın dediğimiz olguya çıkarır.
Bu yol kısaca şöyledir: İnsanlar iş bölümüyle sağ kalabilen canlılar oldukları için hiyerarşi geliştirmek zorundalar. İşbölümünün çok hafif olduğu uygar olmayan toplumlarda hiyerarşi de hafiftir. İşbölümünün derin olduğu uygar toplumlarda, sözgelimi tarım toplumlarında hiyerarşi de derindir. Tarımın üzerine endüstri eklenince ilişkilerin karmaşıklık düzeyi artmış, yani sağ kalmak için yapılan eylemler karmaşıklaşmış ve hiyerarşi de derinleşmiştir. İyinin ve kötünün kavgası çizgi film malzemesi değil, yaşamın kumaşıdır. Uygarlığın başından beri topluma egemen olmaya çalışan kötü azınlıklar vardır. Monarşik düzenlerde ve geleneksel hukukun egemen olduğu toplumlarda halkın, yani şu anda bunu yazan veya okuyan bizlerin sistemli bir bilme çabası harcamaları anlamlı değildir. Ama şu anda monarşik hiyerarşi ve geleneksel hukuk yoktur. Ne kadar aksak da olsa demokratik sözcüğüyle niteleyebileceğimiz bir hiyerarşi ve yazılı hukuk vardır. Eleştirel düşünme çabamızın kilit taşı buradadır. Çünkü kötülerin monarşik-geleneksel sistemlerde egemen olmak için yürüttükleri etkinlikle demokratik-anayasal sistemlerde egemen olmak için yürüttükleri etkinlik farklıdır. Amaç hala aynıdır ama etkinlik farklılaşmıştır.
Şöyle düşünelim: Monarşik-geleneksel bir düzende topluma egemen olmaya çalışan kötü bir çıkar öbeğinin başısınız. Koşullar değişti ve demokratik-anayasal hiyerarşi düzenine geçildi. Birden bire iyi olmaya karar verir ve kulübü dağıtır mısınız? Böyle bir şey olmaz. Kötüler hâlâ egemen olmaya çalışıyorlar ancak bunun için kullandıkları aygıtlar, araçlar yeni koşullara uyum sağlamıştır. Hatta şöyle düşünelim: Toplumun düzeni değişiyorsa, bu kötü egemen adaylarının veya egemenlerinin iradesinin bütünüyle dışında olabilir mi? Gerçekçi olursak, iyi olduğunu varsaydığımız bu değişimde kötülerin de az veya çok girdisinin olacağını kabul etmemiz gerekir.
Yani “daha iyi” varsaydığımız bir düzende bile tarihsel ve yapısal kötücül öğeler varken, kötülerin egemenlik çabalarının ortadan kalkacağını düşünmek kadar budalaca bir şey olabilir mi?
Peki, öyleyse kötüler demokratik ve anayasal bir topluma nasıl egemen olmaya çalışıyorlar? Yanıtı bildiniz. Bunu her şeyden önce ve her şeyden çok basın-yayın dediğimiz iş koluna egemen olmaya çalışarak yapıyorlar. Yeni kralı eski kralın atadığı eski sistemde kralı atamak veya krala yaklaşmak isteyenlerin basın-yayın diye bir şeye gereksinimleri yoktu. Yeni düzende var; çünkü krallar seçiliyorlar. Uygarlık tarihinden eleştirel düşünürü ilgilendiren tek bir fotoğraf alacaksak veya tek cümlelik bir özet yapacaksak eğer, işte budur. Bu perspektife sahip olmayan kişinin eleştirel okurluk çabası yakıtsız marş yapan motora benzer; bir etkinlik vardır ama yararlı çıktısı yoktur.
İngiliz yazar George Orwell’in 1945 yılında yayınlanan Hayvan Çiftliği romanının Komünist Rusya’nın bir eleştirisi olduğu bilinir. Ama romanın İngiltere’de sansürden yakınan önsözünün otuz yıl boyunca sansürlendiğini az kişi bilir.[1] Romanında Sovyetler’in baskıcı rejimini örneklemiştir ama demek ki liberal/özgürlükçü İngiltere çok farklı değildir. Bağımsız düşünebilenler “özgürlük” ortamında dahi sansürlenip susturulurlar. Bunun birinci yanıtı, basınla ilgili bilmemiz gereken birinci kuraldır: Para konuşur. Ama para amaç değil, araçtır. Amaç güçtür. Bu yüzden basının toplumdaki “işlevini” madde ve güç ilişkileriyle örülü olan modern uygarlığı anladığımız ölçüde anlayabiliriz. Aynı koşul politikayı, politikanın bir parçası olan sivil toplumu ve bilim ürettiği varsayılan üniversiteyi anlamak için de geçerlidir. Bireycilik öne çıkartılıyorken nasıl olup da farklı fikirlerin sansürlendiğini, yaşam biçimlerinin yok edildiğini anlamak için de geçerlidir.
Bunun için egemen güç yapılarını anlamamız gerekir. Sendikaların ve meslek örgütlerinin şirketler kadar güçlü olması hükümetlerce güvence altına alınmamıştır. Bu anlamda şirket çalışanlarının şirket yöneticilerine güç yetirebilme olasılığı bütünüyle orman kanunlarına tabidir denebilir. Özgürlükçülük (liberalizm) şu demektir: Kimin kime güç yetireceğine devlet karışmaz. Devlet yalnızca yasadışı işlere karşı yargılama hakkını herkese dağıtmakla yetinir. Sistem içinde kalarak haksıza güç yetiremediğiniz için haklılığınızı kanıtlayamıyor olmanız özgürlükçü düzenlerde sorun olarak tanımlanmaz. Sözgelimi on bin kişilik bir sendikayla bir kişilik şirket özgürlükçü devletin gözünde eşittir. Liberal demokrasilerde bir sendika zayıfladığında veya yok olduğunda hükümet iflas eden bir şirkete verdiği tepkiyi verir: Kılını kıpırdatmaz. 2008 krizinde ABD’de örneği görüldüğü gibi iflas etmesi gereken şirketi halkın vergilerini kullanarak ayakta tutabilir ama küçülen bir sendikayı kurtarmaz. Bunların anlamı, basın çalışanlarının basın şirketlerinin yönetiminde söz hakkının yok denecek kadar az olmasıdır. Ford fabrikasındaki işçi fabrikanın yönetiminde ne kadar söz sahibiyse, Fox muhabiri de öyledir. Böylece haber olsun, eğlence olsun basın çalışanının içerik üretiminde kullanabildiği inisiyatif, tasarımına tepe yönetiminin karar verdiği bir otomobilin cıvatalarını sıkmaktaki işçi inisiyatifi kadardır. Şirket büyüdükçe ve güçlendikçe bu durum kötüleşir.
Birincil kaynaklara başvurarak gerçek haber yapmak isteyen muhabirin önündeki tek engel kendi patronu değildir. Muhabirin durumu biraz polis memurunun veya vergi müfettişinin durumuna benzer. Yani “boyundan büyük” işlere kalkışmaması beklenir. Aktör gibi değil, figüran gibi davranması beklenir. Tek başına örgütleri çökerten, büyük ifşaatlar yapan, büyük komploları suya düşüren kahraman gazeteciler yalnızca filmlerde olur. Gazetecinin bu işleri gerçekten yapma şansı vardır ama küçük adam sayıldığı için hiç kimse onu büyük oyuncuların tehditlerinden ve saldırılarından korumayacaktır. Örnekleri ülkemizde çok görülmüştür. Tehdit edildiğini bildiren gazeteciye emniyet çoğunlukla kapıyı gösterir. Çünkü büyük şirketlerin, güçlü kişilerin, fillerin ayağına basmaktadır ve bu kişilerin hükümetle yakın ve genelde örtülü ilişkileri vardır. Ama basını zaten bir tasarım özelliği olarak çürümeye programlanmış kapitalist-liberal dünya bağlamında inceliyoruz. “Sakat” işleri karıştırma olanağı kendisinden esirgenen muhabirin elinin boş kalması seçeneği yoktur. Kovaladığı bir haberi tamamlayamadıysa kendisinden başka haberler üretmesi beklenir. Haber basınının “bugün önemli bir şey olmadı” başlığı atma seçeneğinin olmadığı gibi –ki bu gerçekçi olmayan bir zorunluluktur– muhabirin çabalarının sonuçsuz kalması seçeneği yoktur. Elindeki torbayı bir biçimde doldurmaya çalışır. Torbanın her gün aynı büyüklükte olması bile basının nasıl bir iş yaptığını ortaya koyar. Hani iş yapsa da yapmasa da “saatine” para alan fahişeye benzer. Basın şirketi torbayı malla dolduramadıysa çöple dolduracaktır. Bu zorunluluk şişirme haberlerle sonuçlanır. Birincil kaynağa ulaşarak haber yapmak her açıdan maliyetli olduğundan muhabirler arasında bir kulaktan kulağa zinciri oluşur. Ama ziyanı yok, haber basını “bir arkadaşım söyledi” diyerek bütün inanılırlığını yitirmek zorunda kalmaz. Çünkü halk “kaynağı açıklamama özgürlüğüne” inandırılmıştır, bu her şeye çaredir.
Ama bu kaynağı açıklamama özgürlüğü, muhabirlerin ve editörlerin gerçekten kaynakları olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin hükümetle ilgili haberleri hükümetin içinde bulunan kişilerden alıyor olabilirler. Bu içeriden sızdırılan bilgilere erişemeyen rakip habercilere karşı çok büyük bir avantajdır. Bununla birlikte haberci, bu bağlantı tarafından sınırlandırılmış olur. Çünkü ona borçludur, onunla iyi geçinmek zorundadır yoksa haberlerin arkası kesilir. Habercinin bu sızma haberleri neyle satın aldığını asla bilemeyiz. Kaynağı açıklamama özgürlüğü olsa bile istediğini yazma özgürlüğü yine yoktur.
İnsan tilki gibi yalnız yaşayabilen bir tür değildir. İnsanın tarihi, toplumların tarihidir. Kimin kime güç yetirebildiği, insanların örgütlenebilme ve işbirliği yapabilme yeteneklerinin doğrudan sonucudur. “İlerici” liberal demokratlar modern uygarlığın çözümlemesini ve eleştirisi yaparken ulus devlete yoğunlaşırlar. Ulus devlet üst düzey bir örgütlenmedir ve toplumların sağkalım ortamını önemli ölçüde değiştirmiştir. Ulus devletlerin egemenlikten gittikçe daha çok ödün vererek birleşik ve bağımlı duruma gelmelerine tanık oluyoruz. Hatta kimi bunu övüyor ve barışçıl bir dünya yaratacağını öne sürüyor. Ama şirket dediğimiz örgütlenmeyi gözden kaçırmamak gerekir. Tarihçiler bunu bugüne dek büyük ölçüde gözden kaçırmıştır. Kapitalizmin serbest (=sorumsuz) girişim ve sınırsız mülkiyet ilkeleri, rekabetin er geç yok olacağı ve bütün şirketlerin tek bir şirkete evrileceği anlamına gelir. Örgütlenebilme yetisi kimin kime güç yetirebildiğinin ölçüsü ise örgütlenmede daha üst düzeylere ulaşan şirketlerin halkın bütününün karşısında orantısız bir güç avantajı yakalayacağı açıktır. Çünkü halkın yönetiminde demokrasi geçerliyken şirketlerde demokrasi yoktur. Anımsayalım, modern kapitalist ahlakta şirketin ahlakının, yani topluma karşı sorumluluğunun olmadığı kabul edilmiştir. Demokrasi ilkesi toplumsal hiyerarşi için doğru kabul edilen bir ahlaksa şirket için de doğru olmalıydı. Ama bu çarpık anlayış sonucu kapitalist ve özgürlükçü ahlak, şirket kavramını demokratik olarak kurgulamamıştır. Şirket demokratik olmamasının getirdiği avantajla giderek güçlenirken halk demokrasinin ağırlığı altında görece zayıf duruma düşüyor. Şirket, istencini tek noktaya odaklayabiliyorken halk bitmek bilmeyen tartışmalarla enerjisini tüketiyor. Durmadan güçlenen şirketler karşısında modern toplumlar güç dengesini sağlayacak bir örgütlenme sistemi icat edememiş, kuramamıştır. Sivil toplum örgütleri, sendikalar, siyasi partiler bu dengeyi kuramamıştır. Bu gerçeklerin konumuzu ilgilendiren tarafı elbette basının da giderek tekelleşen ve güçlenen şirketlerden oluşmasıdır. Şirketlerin bugün iyiden iyiye ağırlığını hissettiren bilgi tekeline karşı kapitalist, özgürlükçü toplumlar bir denge öğesi geliştirememiştir. Bu durum doğrudan doğruya basının kötücül /şeytani /şerli olmasıyla sonuçlanır. Çünkü basın şirketleri halka karşı orantısız biçimde güçlüdür. Güç varsa ve ahlaki yaptırım yoksa kötülük kesindir. Bu, insan doğasının değiştirilemez yasasıdır.
Bu gerçekleri iyilik için çalışan muhabirlerin ve ahlaklı köşe yazarlarının hâlâ var olduğunu söyleyerek çürütmek olanaksızdır. Onlara yalnızca cıvataları sıktıkları için para ödeniyor. Halk için habercilik yapıyor gibi görünen idealist ve muhalif şirketler bu görüntüyü bir biçimde kâra çevirebildikleri için böyleler. Yani onların idealistlikleri de, muhaliflikleri de bu koşulla sınırlıdır. Hem para ve güç için, hem de iyilik için çalışamazsınız. Bu iki güdülenme birbirini iter ve aynı yerde bulunamaz. Bulunabilmişse bu kazadır, istisnadır, geçicidir. Bu uyumsuz kardeşleri bir arada tutmak cambazlıktır, üstün yetenektir ve bunu herkes yapamaz. Doğa çelişki barındırmaz. Tekelleşen şirketlerin dünyasında böyle istisnaların ortaya çıkması engellenmiştir; tıpkı tekel olmuş bir iş kolunda girişimci olup rakip bir şirket kurmanın olanaksız olduğu gibi. Özgürlükçü anayasal ve yasal düzen “kuur, seni tutan yok ki” der. Yani tekellere, kartellere kafa tutma “özgürlüğünüz” vardır ama gücün olmadığı yerde özgürlüğü tanımlayarak ancak çocukları ve çocuk zekalıları kandırabilirsiniz.
Ahlaksızlığın basına içkin olduğunu gösteren bilinen bir örnektir… Karşısında adam doğranırken veya tutuşmuş cayır cayır yanıyorken muhabir yalnızca olayın fotoğrafını çeker. Neden insanlık görevini yapıp yardım etmediği sorulduğunda “görevimi yapıyorum, benim işim bu” diye yanıt verir. Bu öyküde eksik olanlar, muhabirin fotoğraf çekmeme özgürlüğü, çektiği fotoğrafı yayınlamama özgürlüğü, fotoğrafı nerede ne zaman çektiğini gizleme özgürlüğü, çektiği fotoğrafı kendi “yorumuyla” sunma özgürlüğü diye uzar gider. Yalnızca özgürlüğü vardır, hiçbir sorumluluğu yoktur. Basın kendisini bu biçimde utanmadan savunurken, tam olarak aynı savunmayı yapan Auschwitz gardiyanlarını üstelik aleyhlerinde tek bir fiziksel kanıt yokken yargılayıp mahkum etmeleri mide bulandırıcı bir ikiyüzlülüktür.
Basın güçten ve paradan nasıl emir alır?
Önce şunu anımsatmak yerinde olur. Var olan her şey konuşulmaz. Evet, insanlar her şeyi konuşmazlar. Herkesin doğru veya gerçek veya iyi kabul ettiği bazı şeylerin, herkesin gelecekle ilgili aynı olan beklenti ve tahminlerinin, herkesin üzerinde kusursuzca birleştiği şeylerin konuşulmasına gerek yoktur. Sabah çıktınız işe gideceksiniz, durakta otobüsün geleceği beklentisini kimse konuşmaz. Ancak durağa otobüs yerine bir uçan daire geldiğinde konuşma konusu olur. Siz hayret içinde izlerken, duraktakiler uçan daireye binerken “biz sana otobüs gelecek demedik ki” deseler haklılar. Otobüsün geleceği varsayılmıştır ve bu yüzden konuşmaya gerek duyulmamıştır. Komşularımızla, iş arkadaşlarımızla, polisle kurduğumuz iletişim bu gibi konuşulmayan şeylerle doludur. Çocuklar bu çoktan kabul edilmiş şeyleri öğrenme aşamasında oldukları için sordukları bazı sorular bize komik veya dahice gelir. Çünkü çocuk “sıcakta neden evdeki gibi donla gezmiyoruz?” diye sorana dek sokakta donla gezme fikrini unutmuşuzdur. Normal koşullarda yetişkinler birbirlerine “sokağa donla çıkma” demeye gerek duymaz çünkü bunun bilindiği varsayılmıştır. Bu ilkeyi iyi anlamak gerekir.
Bu ilke, toplumsal gerçeklik denen şeyi anlamak için temeldir. Yani teker teker bireylerin gerçeklik algısını aşan, toplumun /toplamın etkileşiminin ürünü olan gerçeklik düzeyi. Sözgelimi para, evlilik, devlet, kurum gibi kurumsal olgular toplumsal gerçekliğin parçasıdır. Cebinizdeki paranın para olmasını sağlayan tek şey toplumun onun para olmasını istemesidir. Hatta sözcüklerin anlamı toplumsal gerçekliğin bir parçasıdır. Bir sözcüğün anlamının bana göre veya sana göresini tartışmak anlamsızdır. Sözcüklerin zihinlerimizdeki anlamını belirleyen, çevremizde karşılaştığımız insanların o sözcüğü kullanışları, yani o sözcüğe toplu olarak verdikleri anlamdır. Çevremizi beş duyuyla algılar ve biliriz ama insan toplum içinde yaşadığı için her bir bireyin beş duyusuna akan bilginin oluşturduğu algı ve bilgi havuzu, o toplumun toplumsal gerçekliğini belirler. Arılar da insanlar gibi toplumlar kurarlar. Bir arı keşfettiği çiçeklerin konumunu tarif ettiğinde o konum kovanın toplumsal gerçekliği olur. Her bir arının tek tek gidip yeniden keşif yapması gerekmez. İnsanın arıdan önemli bir farkı, çiçeğin yeri bilgisinin üzerine başka toplumsal bilgileri katman katman, yüzlerce, binlerce katman eklemesidir. Bu katmanların çokluğu için Searle’ün Toplumsal Gerçekliğin İnşası kitabının başında verdiği lokantaya giden turist örneğini verebiliriz. Bu çok basit görünen edimi bileşenlerine ayıracak olursanız toplumsal gerçekliğin derinliğini görebilirsiniz. Şimdi bu olayı aynı sözcüklerde bir Amazon ilkeline anlatmaya çalışın. O da insan ama onun toplumsal gerçekliği bizimkinden o denli farklı ki, para, hizmet, ürün, turizm, çeviri, ticaret, devlet, lokanta kavramlarını tek tek açıklamanız gerekir. Açıklarken belki bir alt katmandaki toplumsal gerçekliği, örneğin hızlı ulaşımı da açıklamanız gerekir.
Bir dost toplantısında, bir işyerinde veya iki kişinin olağan görüşmesinde söylenen sözlerin düşünceyi taşımasını matematikteki toplama işlemine benzetirsek basının etkisini çarpma işlemine benzetmemiz gerekir. İnternetin bulaşıcılığı yüksek Facebook ve Twitter benzeri ortamları ise sözün karesini alır. Çünkü binlerce kez yinelenerek dikkat çeken içerik, daha yüksek yinelenme sayıları için gerekçe yapılır. Bunun konumuzu ilgilendiren bölümü, basının gerçek kişilerden oluşmuyor olmasıdır. Basın, uzaktaki yabancı kişilerin gerçeklik iddiaları bize ilettikleri kanaldır. Sorun şu ki, modern çağda toplumun algı ve bilgi havuzunun durmadan artan bir bölümü uzaktaki yabancı kişilerce dolduruluyor. Bu demektir ki yakındaki ve güvenilen kişilerin havuzdaki payı giderek azalıyor. Toplumun çoğunluğunun uzaktaki yabancı kişileri dinlemek ve haklı gerekçesi olmaksızın onlara güvenmek konusundaki ısrarları bu havuzun doğruluğunu artırmıyor. Toplumsal gerçekliğimiz hiç olmadığı kadar kırılgan. Modern toplum bu kırılganlığın ayırdına varıp da havuzun kirletilme tehlikesine bir karşılık vermediği için toplumsal gerçekliğimiz hiç olmadığı kadar yalanla dolmaktadır.
Lokanta yalın bir örnekti. Biraz karmaşığa doğru ilerleyelim. “Düşük emisyonlu taşıtlara vergi indirimi tasarısıyla” ilgili bir haber okuduğumuzu varsayım. Bakın şimdi katmanlara: Emisyondan kastın karbon dioksit olduğunu bildiğiniz varsayılır. Karbon dioksitin sera gazı olduğunu bildiğiniz varsayılır. Sera gazlarının küresel ısınmaya neden olan birinci neden olduğunu bildiğiniz varsayılır. Küresel ısınmanın varlığını bildiğiniz varsayılır. Emisyonu azaltmanın ısınmayı durduracağını bildiğiniz varsayılır. Bunun yanında elbette yasama süreci, vergi gibi karmaşık olguları da bildiğiniz varsayılır. Bu çiçekleri hiçbirimiz keşfetmedik. Hiçbirimiz karbon dioksitin sera etkisini laboratuvarda gözlemedik, taşıtların emisyonunu ölçmedik ve hesaplamadık, öbür sera gazlarını araştırıp en kötüsünün karbon dioksit olduğunu gözlemedik, kutuplardan buz örnekleri alıp kürenin ısındığını da gözlemedik. Bu bilgileri birileri üretti, basın da bize taşıdı. Şimdi bir an için basının yalnızca bir katmanda nitelikli yalan söylediğini varsayın: Kürenin ısındığı konusunda. Ne olur? Bunun üzerine eklenen en az beş katman karahindiba tohumu gibi dağılıvermez mi, bizi sudan çıkmış balığa döndürmez mi? The Truman Show filmindeki adama dönmez miyiz? İzlediyseniz adam kimi zaman toplumsal gerçeklikten kopar gibi oluyor, çevresindekilerin dürtmesi ve düzeltmesiyle “gerçekliğe” döndürülüyordu. Gökten düşen stüdyo lambasının stüdyo lambası olduğunu düşündüğünde deyim yerindeyse “komplo kuramcılığı” yapmaması söyleniyordu. Adamın sahte bir toplumsal gerçeklik içinde yaşatılması aralıksız bir iletim ve aşılama sayesinde başarılıyordu.
Basın dediğimiz, ülkelerin nüfuslarıyla karşılaştırıldığında bir avuç adamdır. Şimdi bu bir avuç adamın çok paralı ve güçlü şirketlerce yönetildiğini, bunların politikacılarla ve öbür çokuluslu şirketlerle, yani dünyanın geri kalan güçlüleriyle aynı yatakta olduğunu anımsayın. Gökten düşen spotun arıza yapmış bir uydu olduğunu bize sabah akşam aşılayamazlar mı? “Orada çiçek yok, oraya hiç bakmayın” diyen yalancı arıya güvenmekle başımıza nasıl bir iş açmış olabileceğimizi düşünün. Televizyon, gazete, internet haber sitesi, eğlence sektörü, reklamlar, sosyal medya kılığında karşımıza çıkıp duran o arıya yaşamımızda gittikçe daha büyük bir yer ayırdığımızı düşünün. Arının /arıların yalancı olma olasılığına karşı kovanı koruyan nedir, hiç düşündünüz mü? Bize nasıl olsa çiçeklerin yeri söyleniyor rahatlığıyla keşif uçuşu yapmayı bırakıyor olduğumuzu fark ettiniz mi?
Biz eleştirel düşünürler olarak “çoğunluk hata yapmaz” veya “bir yer ve zamanda herkes aynı hatayı yapamaz” gibi dogmatik varsayımları kabul edecek değiliz. Modern toplumun eski inançları çöpe atabildiği öne sürülebiliyorsa çoğunluğun hata yapabildiği çoktan kabul edilmiş demektir. Dolayısıyla basına güvenen çoğunluğun yanıldığı iddiası, salt “radikalliği” veya kaygı vericiliği gerekçesiyle göz ardı edilemez. Ezici çoğunluğun yapmakta direttiği nice hatalar vardır. Ben çocuğuna “çocuğum basına güven e mi” diyen bir aile bilmiyorum. Ama birbirimize ve küçüklere bu mesajı vermek için bunu açıkça dememiz gerekmiyor. Basının toplum hizmeti yaptığı, çoğunlukla güvenilir olduğu, ahlaklı ve sorumlu olduğu gibi imalar modern yaşama içkin hurafelerdir. Açıkça söylenmez ama toplumsal gerçekliğin bir parçası olmuştur.
Egemenlerin varlığı ve onların rızası da sosyal gerçekliği oluşturur. Buna direnilir veya kabul edilir ama çoğu kez açıkça konuşulmaz. Açıktan açığa savunulması enderdir. Örneğin bir şirket yöneticisi veya politikacı çıkıp “benim güçlü olmam gerekiyor, bana boyun eğin” demez. Bu, örgün öğretim yoluyla ve örgün olmayan öğretimle (basın-yayın, eğlence sektörü, reklam, sivil toplum) ima edilir, aşılanır ve pekiştirilir. Bir şirketin –konumuz özelinde basın şirketinin– başına geçen kişi, görünen veya örtülü egemenlerden doğrudan buyruklar almayabilir. Yani onların rızasını gerçekleştiren biri olması için, komprador olması için, gardiyan olması için Bilderberg toplantısına çağrılıp doğrudan emir almasına gerek yoktur. Egemenlerin egemen oldukları hiyerarşik yapı içinde oraya yükselmiştir zaten. Güçlülerin iradesine muhalif olma potansiyeli olan kişiler zaten hiyerarşinin alt basamaklarında elenirler. Hürriyet’in veya Cumhuriyet’in genel yayın yönetmeninin falanca çok uluslu şirkete, filanca vakfa, öteki politikacıya, beriki lobiciye hizmet ettiğini öne sürdüğümüzde bizi rahatça yalanlayacak olmasının nedeni budur. Aşağıdaki karikatürde olduğu gibi bir görüşme ender istisnalar dışında olmayacaktır. Çünkü öğretici hiyerarşisinde üst basamaklara tırmanmış olanlar zaten Rockefellerların, Bilderbergcilerin onayladığı, onlara büyük sorun çıkartmayacak kişilerdir. Bu, faizin haram olduğunu düşünen birini bir bankanın yöneticisi olarak görmüyor oluşumuz kadar doğaldır. Bundan ötürü editörlerin “bize neyi yazacağımız konusunda emir verilmiyor” demeleri basının “özgür” olduğunu göstermez. Tıpkı banka genel müdürünün “biz faizin haram olduğunu düşünenleri bankadan kovmuyoruz” demesinin banka çalışanlarının özgürlükleri konusunda bir ölçü olmadığı gibi. Harama inanan zaten o işi yapmak istemiyor, yapsa da yükselemiyor.
Muhabirler de editörler gibi kendilerine neyin haber yapılacağının söylenmediğini öne sürebilirler. Ama yaptığı haberlerin kiminin yayınlandığını, kiminin yayınlanmadığını gören muhabire dolaylı olarak “şu haberleri yap, şunları yapma” denmiş olur. George Orwell’in benzetmesiyle “Sirk köpekleri, eğitici kırbacını şaklattığında zıplar. Ama gerçekten iyi eğitilmiş köpek kırbaç yokken zıplayandır.” Zıplama görevi o köpek için gerçekliğin bir parçası olmuştur. Basın meslek ilkelerinde “tepedekileri kızdırma” gibi bir kuralı açıkça yazılı bulamıyor olmamız, o çevrede bu kuralın bilinmediğini göstermez. Yani bu kural basın toplumunun toplumsal gerçekliği olmuştur. “Editörlere kimse emir vermiyor” demek, “yaşamak için para gerekmiyor” demek kadar anlamsızdır. Evet, gerekmiyor. Hiçbir ülkede öyle bir yasa yok (!).

Egemenlerin hiyerarşisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasının Batı’sında ve Batı’nın kuyruğu olmaya çalışan bizim gibi ülkelerde genel olarak “özgürlük”, özel olarak “basın özgürlüğü” veya “düşünce özgürlüğü” dediğimiz şeyin sınırlarını belirler. Sınırlarını göremediğiniz bir kır düşünün. Kırın ortasında bir ev, evin önünde çitle çevrili bir alan var. Çiti dar buluyor ve özgürlük istiyorsunuz. Çit biraz genişletiliyor, bu arada eskiden çitin içinde olan alandan bir bölümü de çitin dışında bırakılıyor. Yani çitin çevrelediği alan azıcık genişletiliyor ama daha çok yeri değiştiriliyor. Ama kırın genişliğinden hala habersizsiniz. Size verilen yeni alanı “özgürlük” sanıyorsunuz. Çiti göremiyor oluşunuzun nedeni yeni toplumsal gerçekliktir. Yani modernizmin gerçekliği. Yavaş yavaş değişen, Tanzimat’la, Meşrutiyet’le, Cumhuriyet’le, İkinci Dünya Savaşı’yla, 1980 darbesiyle ve sonrasında gelişen toplumsal ve düşünsel hareketlerle tanımlanan ve bize bir hiyerarşi aracılığıyla çoğunlukla üstten öğretilen toplumsal gerçeklik… Bu Cesur Yeni Dünya’da para ve güç ilişkileriyle her geçen gün daha da içli-dışlı olanlar tarafından tanımlanan, pekiştirilen ve sürdürülen toplumsal gerçeklik. Asch deneyinde “çizgiler eşit uzunlukta” diyen oyunculara inanarak çizgileri gerçekten eşit uzunlukta görmeye başlayanlar gibi, gittikçe daralan çitlerimizin aslında var olmadığına bizi inandırıyorlar. Bu dev Asch deneyinde bize oynayanlar basın-yayın, üniversite ve politika dünyasıdır. Bizden biri gibi, yani denek gibi gözüken, bizi yanıltmak için bile bile yalan söyleyerek görevlerini yapan profesör asistanlarıdır bunlar. Ve fakat yaşamın doğası gereği bunlar hem oyuncudur, hem de oyuna getirilen. Çünkü insan oyun olduğunu düşündüğü şeyi ömrü boyu sürdüremez. Ömür boyu sürdürebilmesi için onun oyunluktan çıkıp kişinin yeni gerçekliği olması gerekir. Böylelikle ikna olduğu ülkünün gönüllü askeri olacaktır. İkna olmayı başaramayanlar hiyerarşide yükselemeyecektir. Bu kendini besleyip inşa eden, pozitif geribildirimli bir sistemdir; bir başka deyişle kısır döngüdür.
Sözcüklerle ilgili yazılarda özgürlük sözcüğünün yönlü olması gereken ama yön bildirmeyen bir sözcük olduğunu söylemiştim. “Gitmek” gibi, “değişim” gibi, “devrim” gibi, “kurtulmak” gibi. Böyle kavramlar kendi başlarına bir hedef, nihai bir ülkü olamaz. “Özgürlük” istiyoruz denmez; anlamsızdır, aptalcadır. “Şu bağdan özgürlük istiyorum” denirse ancak o zaman anlamlı olur; “şuradan şuraya gitmek istiyorum” örneğinde olduğu gibi. Bunun ayırdında olan kişiler için “basın özgürlüğü” kavramı artık anlamsızdır. Çünkü uygulamaya bakıldığında bunun halk erkinden özgürlük anlamına geldiği, şirket hissedarlarından veya şirketi yönlendiren her ne güç odağıysa ondan özgürlük anlamına gelmediği açıktır. Şu ünlü “Özgürlük başkalarının duymak istemediklerini söylemektir” tanımı hep hükümet-kişi veya hükümet-basın şirketi çatışmaları bağlamında kullanılıyor. Şirket yönetimi-şirket çalışanı çatışması bağlamında kullanmak pek az kişinin aklına geliyor. Çünkü ezici çoğunluk çelişkilerle dolu kapitalist-özgürlükçü ahlak sisteminin doğrularına inandırılmış ve bu inançlarını sorgulamıyor. Sıkışınca “dükkan benim” bahanesine sığınan basın patronu neyin özgürlüğünü talep ediyor? İşte modern özgürlükçü ahlakın temel ilkesine yine geldik: “Şirketlerin ahlaki sorumlulukları yoktur.” Halkın otoritesini temsil eden hükümetten bağımsız ama özel kişilerin otoritesine bağımlı olmak isteğinin üzerine titrenecek, kutsanacak hiçbir yanı yoktur. Bu düpedüz ahlaksızlık talebidir.
Basın özgürlüğü ile kast edilen asla para kazanma zorunluluğundan özgürlük olmamıştır. Basının ve basını tutan sivil toplum örgütlerinin talep ettiği özgürlük, yalnızca hükümet denetiminden özgürlüktür. Basının sahibi şirketler olduğuna göre bu, şirketlerin kamu denetiminden özgür olma talebidir. Dolayısıyla aynı zamanda kamuya karşı sorumlu olmaktan da özgür olma talebidir. Basın özgürlüğü tam olarak budur.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün her yıl güncellediği Dünya Basın Özgürlüğü endeksinde bu durum açıklıkla görülür. Bu endeks, basın ile paranın veya basın ile özel kişilerin ilişkisine göre değil, yalnızca basın ile hükümetin ilişkisine göre oluşturulmuştur. Bütün endeksler gibi bu endeks de bütünüyle öznel ölçütlere göre oluşturulmuştur ve liberal doğruları benimsediği için kendisiyle çelişir. Örneğin bu örgüte göre basının sözde en özgür olduğu ülkelerden İsviçre’de sözde Ermeni soykırımını inkar etmek suçtur. Basının sözde en özgür olduğu ülkelerden Almanya’da sözde Yahudi soykırımını tartışmak bile suçtur ve yayıncılar/yazarlar bu yüzden hapse girmişlerdir. Gezici tavuk kümesi gibi, çitin yalnızca yeri değiştiriliyor. Belki daraltılıyor ama genişletilmiyor; hele kesinlikle kaldırılmıyor.
Modern dünya, kurallarını iyiyi ve kötüyü ayırmak üzere değil, özgürlük, eşitlik vb. belirsiz ve bulanık idealleri gerçekleştirmek üzere koyduğu için yalan söylemenin kötülüğüyle ilgilenmez. “İfade özgürlüğü” veya “basın özgürlüğü” idealine yakın göründüğü sürece yalan söylemek, yani ahlaksızlık yapmak serbesttir. Bu yalanın kapsamı konusunda yanılmayın. Gerçeğin bir bölümünü söylememeyi seçmek, gerçeğe bir parça gerçekdışı eklemek, gerçeği söylemenin zamanlamasını işine geldiği gibi yapmak da yalan söylemektir. Amerikan adliyesindeki antta olduğu gibi birincisi gerçeği, ikincisi yalnızca gerçeği, üçüncüsü bütün gerçeği söylersek gerçeği söylemiş oluruz. Bunlardan birini bilerek eksiltmek gerçek-yalan sınırını geçmektir. Bütün bunları fitne ve düşmanlık çıkarmak amacıyla yapmak da yalan söylemektir. Aynı gerçeği, bilinen veya bilinmeyen türlü bilimsel teknikleri kullanarak daha sevimli veya daha sevimsiz göstermeye çalışmak da yalan söylemektir. Reklam ve halkla ilişkiler işkolları kategorik olarak yalan söyleme uzmanlığıdır; bunları kendi içinde iyi veya kötü diye ayırmaya çalışmak boşunadır. Arçelik reklamındaki bütün yalanları affetmeden ayıklayacak olsak geriye “buzdolabı üretiyoruz”dan başka bir şey kalmaz. Eleştirel okumanın nihai sorusuna vereceğimiz “Yazar bizim tüm gerçeği ve yalnızca gerçeği bilmemizi istiyor” dışında kalan bütün yanıtlar, yalanın az veya çok varlığına işaret eder.
Ana akım kaynaklarda (“radikal /marjinal” olarak dışlanmayan kaynaklarda) basın tarafsızlığı, basında yanlılık, basın özgürlüğü terimleriyle konuşulan şey işte bu daracık çerçevenin içidir. Daracık bir çitin içinde istediği yöne gitmekte özgür olan muhabirlerin, çitin dışına çıkmamak koşuluyla nereye gideceği konusunda kimseden emir almayan editörlerin, çitin dışının varlığından bile habersiz yazarların “nötrlüğünü”, “objektifliğini”, “tarafsızlığını” konuşurlar. Hatta bunun bir adım ötesine geçer, basın üyelerinin “özgürlükçü” tutumlarından söz edecek kadar saçmalarlar. Gerçekte Kalaşnikof fabrikasında vida sıkan bir işçi kadar özgürler.
Gizlilik hemen her zaman kötülük demektir.
Hepimiz okula gittik. Öğretmenin elinde sizinkinden farklı bir ders kitabı görünce şaşırdığınızı hatırlıyor musunuz? Çoğu kez öğrenci kitabından ayrı bir öğretmen kitabı vardır. Öğretmene yönelik yazılmıştır ve genelde daha kalın olur. Bu kitap öğretmenin mesajı iletmesine yardımcı olacak metinler içerir. Öğrenci bu kitabı görse kısmen anlamayacaktır, kısmen de görmemesi gereken şeyler içerir.
Şimdi, basınla okulun farkını düşünürseniz, iletişim modeli olarak aslında hemen hemen aynıdır. Çünkü ortada bir iletişim yoktur, tek yönlü iletim vardır. Öğrenci kendi bilmediği bazı şeyleri öğretmenin bildiğini bilir. Okur da kendi bilmediği bazı şeyleri basının bildiğini varsayar. Öğrenciler öğretmenle en azından yüksek sınıflara gelene ve kendilerini yetiştirene değin tartışamazlar. Ancak anlamadıkları yeri sorarlar. Basında da aynıdır.
Öyleyse basının elindeki “öğretmen kitabında” ne yazıyor dersiniz? Bu kitap bize kapalıdır. Kimi lokanta, ender bir güvenilirlik gösterisi olarak müşterinin mutfağa girmesine izin verir. Okurun mutfağa girmesine izin veren kaç basın şirketi biliyorsunuz? Dahası, mutfağa girmek yalnızca lokantanın temizliğiyle ilgili bir fikir verir. Kullanılan pirincin üzerindeki zirai ilaç kalıntısıyla ilgili bilgi vermez örneğin. Fatih Altaylı aylık telefon görüşme dökümünü yayınlamaz örneğin. Zaten siz de istemediniz. Zaten verse de yorumlayamayacaksınız. Hürriyet’in binasında bir gün akşama dek gezin, “öğretmen kitabını” göremezsiniz. Görseniz bile çoğunu anlamayacaksınız. Çünkü siz alan uçta olmaya koşullandınız. Veren ucun nasıl çalıştığını, nasıl düşündüğünü bir günlük mutfak gezisiyle anlayamazsınız. Sizin geçim kaynağınız basında gördüğünüz şeyleri yorumlamak değil. Sizin zamanınızı dolduracak başka uğraşlarınız var. Ama veren uçtakiler sabah akşam o işle uğraşıyorlar. Sizin adınıza lokanta mutfağını denetleyen (en azından gelişmiş ülkelerde) kamu hizmetlileri bulunur ama basının mutfağını denetleme diye bir görev hiçbir demokraside bulunmaz. Lokantalar özgür değildir, mutfaklarını gizleyemezler, malzemelerin nereden gelip nereye gittiğini belgelemek zorundalar ama basın bu tür zorunluluklardan özgürdür.
İşte bu gizlilik, basın şirketinin kötü işler yaptığının ve yapacağının güvencesidir. Gizliliğin kötülüğe yol vermesi ilkesi yaşamın bütünü için geçerlidir, yalnızca basın için değil. Kamu kurumlarının ve büyük şirketlerin denetçi çalıştırmaları, bu ilkeye işaret eder. Çünkü örgütte yönetime gizli kalmış etkinlikler istenmez. Gizli cemaat, tarikat, mason locası gibi yapılardan hemen hiç iyilik çıkmıyor olması, aynı fizik yasasına işaret eder. Hatta koyu renk cam filminin yasal olmaması bile aynı doğa yasasının sonucudur.
Basının Kökenleri ve Modern Dünyanın Yapısı alt başlıklarında ve son iki alt başlıkta anlattıklarım aynı zamanda “komplo kuramlarını” değerlendirmek için gerekli verilerdir. Türlü çıkar çevrelerinin bu kuramlara verdikleri tepkileri iyi okumak için de gereklidir. Olanaklarım ölçüsünde bu konuya ileride ayrıca değineceğim.

Basın “kuşa bak” yapar, dikkat dağıtır, gerçeğin önünde perde olur.
“İnsanoğlunun bildiği her işe yaramaz öyküyü büyük miktarlarla satabiliyorsak, Sovyet tehdidi masalımızı daha da büyük miktarlarda satabilmeliyiz.” Robert Lovett, ABD Savunma Bakanı, Kore Savaşı yöneticisi, Soğuk Savaş harlayıcısı.
Basın insanların ahlakını, moda deyimle “değer yargılarını” değiştirdiği gibi önceliklerini de değiştirir. Değiştirmek gibi “nötr” bir sözcük kullanmak yerinde olmaz açıkçası; “bozar” demek daha uygun düşer. Örneğin Amerikan Kanser Derneği dünyanın en zengin yardım örgütüdür. Aşırı zengindir, yani gerekenden, iş görmek için ihtiyacı olandan fazla bağış toplamaktadır.[2] Bunun nedeni Amerikan basınında çok yer alması ve dernek yöneticilerinin de basın ve halkla ilişkiler düzenini iyi kavramış, duygu sömürüsü yapmayı iyi bilen kişiler olmasıdır. Bizdeki benzeri Lösev olmalıdır. Ne için para topladığı belli olmayan bu vakıf, yasaları bile çiğneyerek hasta çocukları kullanarak yaptığı duygu sömürüsü reklamlarıyla ihtiyacının üstünde bağış toplamaktadır. Topladığı paralarla özel hastane kurabilmiştir. Oysa ne lösemi Türkiye’nin en büyük yıkıma yol açan olayıdır, ne de kanser Amerika’nın. Sözgelimi meme kanseriyle ilgili gönüllü “farkındalık” çalışmaları yapan basın, çok daha ölümcül olan mide kanseri veya diyabet gibi konular için pek hevesli olmuyor. Hastalıklar hakkında böylesine çarpık bir algı oluşturan basının insanlığın ortak ve büyük sorunlarını ve hatta krizlerini anlamamıza hizmet etmesi beklenemezdi. Nitekim Covid-19 histerisinde bir kez daha gördük ki basın yeryüzünün en büyük sorunlarını bizden gizliyor. Salgında modern kent yaşamının ne denli kırılgan ve sürdürülemez olduğu, aşırı nüfusun nasıl patlamaya hazır bir bomba olduğu, uluslararası bağımlılığın bir anda milyonları nasıl can çekişir hale getirebileceği, uluslararası yolculukların çoğunun gereksiz olduğu, turizmin en az yararı kadar zararı olduğu gibi gerçekleri kafası çalışanlar hatırladı. Ama basın sayesinde değil, basına rağmen hatırladı. Çünkü Batı basını da, Türk basını da bunların hiç birine dikkat çekmedi. Bir şey sizin dikkatinizi yönlendirebiliyor, böylece önceliklerinizi değiştirebiliyorsa ahlakınızı da değiştirebiliyor demektir. “Algı yönetimi” denen şey bu denli basittir. Öyle yirmi beşinci kareleri, fotoğraflarda gizli “sex” sözcüklerini, doğrultulduğu kişinin düşüncelerini değiştiren mikrodalga silahları falan arama aymazlığına düşmeye gerek yok.
Her yıl yüzlerce kişi cinsel tecavüze uğrarken veya öldürülürken aralarından Özgecan Aslan’ın seçilip günlerce kafamıza çakılması algı yönetimidir. “Kadına şiddet” manşetleri durmamıştır. En okumuş, en bol diplomalı olanlarımız bile eleştirel basın okuru olamadığı için kadınlara yönelik saldırı suçlarında artış olduğuna inanır olmuştur. Oysa TÜİK’in ve Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre zerre artış yoktur. TÜİK manşet yapılan adi olay sayısı diye bir istatistik yayınlasaydı algı yönetimi işte orada armut gibi ortaya çıkardı.
Benzer biçimde George Floyd’un ölümünün ABD basınında günlerce haber yapılması Amerikan halkını kudurtmaya yetmiştir. Bu gerçek bir algı yönetimiydi çünkü gözaltına alınma videosunda Floyd’un sağlığının bozuk olduğu açıkça görünüyordu. Basın polisin kötü muamelesini “taammüden cinayet” olarak sunarken videoda var olmayan şeyleri gerçekmiş gibi sundu. Basın kartelinin ve bu kartele iman etmiş olan sosyal medya güruhunun polisin beyazlara yönelttiği kötü muameleyi yok sayıp olayı bir ırk çatışmasına çevirmesi ayrı bir algı yönetimiydi.
Örnekler tükenmez ama Türk basınının sokak itlerine gösterdiği manyakça ilginin halkın algısını nasıl çarpıttığıyla bitirmek istiyorum. Bu basın sayesinde Türkiye’de sokak itlerinin kışın battaniyeye, sıcak eve gerek duyduklarına inanan doğa cahili bir kuşak yetişmiştir. Önceliklerin değişmesinin ahlakın değişmesi olduğunu burada net biçimde görüyoruz çünkü aç kalmak ve üşümemek üzere evrilmiş olan itler bu kuşağın gözünde soğuğa, açlığa ve yalnızlığa dayanıksız olarak evrilmiş olan evsiz insanlardan daha büyük bir önceliğe sahip oldular.
Hizmet değil kişisel çıkar için yönetmeye talip kişilerin ve bu kişilerin kurdukları vatan haini hükümetlerin –ki bu hükümetlerden dünyanın pek çok yerinde var– halka karşı durumu aslında bir savaş durumudur. Bu kişilerin ve hükümetin halka sunduğu vitrinle halk kesimlerinin anlama ve yorumlama kapasiteleri birbiriyle vuruşan iki orduya benzer. Savaş bir aldatma sanatıdır ve hükümetler halkın anlama ve yorumlama kapasitelerine üstün gelmek için sürekli oyunlar yaparlar, taktikler kurgular, denerler, değiştirirler. Halk kesimleri, muhalefet partileri, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri ve sendikalar da halkın zihinsel kapasitesini temsil eden çarpışan birliklerdir. Böyle bir savaş meydanı düşünün. İşte bu zihinsel savaş meydanında hain hükümetlerin en büyük destekçisi duman perdeleri yaratarak, bazı sesleri yükseltip bazısını kısarak, aynalar ve mercekler kullanarak halk kuvvetlerini aldatmasına yardımcı olan basındır. Bu elbette basının hükümetle çıkarının örtüştüğü durumlarda geçerlidir. Hükümetin kaybedeceğini sezdiği durumlarda basının taraf değiştirip ve savaşın gidişini değiştirmesinin önünde bir engel yoktur. İlke olarak halk tarafında yer alan basın şirketleri de nadiren olur. Ama daha önce söylediğim gibi, sürekli tekelleşen piyasaların reklamına muhtaç basın şirketlerinin hem para kazanıp hem gerçeğin tarafında yer alabilmesi çok ender görülen bir cambazlıktır; övülesidir ama uzun süremez. Bu, paradan çok iyilik için çalışan bir şirket göremeyişimiz kadar doğaldır. Bu şirketler kısa sürede batarlar. Modern özgürlükçü kapitalist toplumun eko-sistemi ahlaklı şirketlerin üzerinde ağır bir doğal seçilim baskısı oluşturur. Yalana muhalif ve gerçeğin bilinmesinden ödün vermeyen bir basın şirketine rastladıysanız bir daha bakın; daha dikkatli bakın. Doğru gördüğünüze emin misiniz? Çift gökkuşağı kadar ender ve geçici bir şeyle karşı karşıyasınız.


Basın, şantaj yapması yasal olan tek iş koludur.
Bankaların kalpazanlardan tek farkı onların kalpazanlığının yasal olmasıdır. Benzer biçimde basının yaptığı şantajın kişilerin yaptığı şantajdan farkı basınınkinin yasal olmasıdır.
“Vatikan’a Saldırıları Kim Örgütlüyor
Odatv 21.04.2010 12:07
Dünya basınının gündemini yaklaşık iki aydır Katolik kilisesindeki cinsel istismar vakaları meşgul ediyor. Ünlü Amerikan gazetesi New York Times’ta 24 Mart’ta Laurie Goodstein imzasıyla çıkan ve 1970’lere ait cinsel istismar vakasını konu edinen makale, bir işaret fişeğiymişçesine, Avrupa’nın dört bir yanından yüzlerce istismar vakasını gündeme taşıdı. Haberin 1970’li yılları konu edinmesi ve Vatikan’ın çocuk istismarı vakalarıyla ilgilenen kurumunun, İnanç Öğretisi Cemaati, başında şimdiki Papa XVI. Benediktus’un bulunması konuyu ilgi çekici bir hale getiriyor. İddia özetle şu: 1950-1974 tarihleri arasında Amerika’daki Milwaukee Piskoposu Baba Murphy, iki yüz sağır çocuğa cinsel istismarda bulunmuş ve Kardinal Joseph Ratzinger, şimdi papa, konuyla ilgili şikâyetleri örtbas etmiş. Bu iddianın ardından İrlanda’dan Almanya’ya kadar bütün Avrupa ülkelerinde istismar haberlerinin yapılması, bizi, basının elinde bu tür vakaların uzunca bir süredir bulunduğu ve şimdi haberleştirildiği yönünde düşünmeye sevk ediyor. Haberlerin zamanlamasına dikkat çeken Russia Today yazarı Robert Bridge, Vatikan-karşıtı basın kampanyasının Hıristiyanlığın en kutsal haftası olan Paskalya-öncesine denk geldiğine işaret ediyor. Papa’nın geniş yığınların karşısına çıktığı bu kutsal günlerde, basının kilisenin çocuk istismarcılığı üzerine yazması, kuşkusuz, ağır bir saldırıdır.”
Basının eriştiği bilgi ve belgeleri uygun zamanda kullanmak üzere bekletmesi, ahlaksız kurumlarda terfi ettirilen memurlardan tarihsiz istifa mektubu alınmasına benzer. Basın patrondur, hakkında haber yapılacak olan kişiler de terfi ettirilen memurlar. Basın bu kişilerin boynuna zinciri geçirmiş durumdadır. Kişi böylece basının (ve basının patronlarının) önünde diz çökme taahhüdünde bulunmuş olur. Onların sözünden çıktığı anda ipini çekeceklerdir. Biat etmeyip dik duranlarsa basının sillesini yer ve halkın gözünden düşürülürler. Örnek için batan gemi Refah Partisi’nden ayrılarak AKP’yi kuran Erdoğan’a karşı basının 2000-2002 yıllarındaki tutumuyla, CHP’nin gittikçe onursuzlaşmasına katlanamayarak istifa eden Emin Ülker Tarhan’a yönelik tutumunu karşılaştırın. Birini ittire ittire başbakan seçtiren basın öbürüne bütünüyle arkasını dönerek kariyerini bitirmiştir. Yukarıda örneğini gördüğümüz veriyle yan yana getirince sormak gerekir: Acaba çekmecelerinde Tarhan’ın “boş istifa mektubu” bulunmadığı için mi yükselmesini istemediler?
Basında fazlaca övüldüğünü gördüğünüz kişilere dikkatli bakın. Bunlar büyük olasılıkla basının veya basını çekip çeviren perde arkasındaki çevrelerin enselerinden tuttuğu kişilerdir. Basının insanların düşüncelerini yakından belirlemeye başladığı, algı yönetiminin günışığı gibi her yeri kaplayan bir gerçeklik olduğu modern zamanlarda bütün ABD devlet başkanları bu şekildedir. Haklarında her türlü çirkinlikle ilgili klasörler hazırlanır ve klasörler adamın görevi süresince güncellenir. Olur da devlet başkanı kendi vicdanı ve aklıyla bir iş yapmaya kalkar, güç odaklarına (kimi buna “derin devlet” diyerek kapsamını daraltıyor) ters işler yaparsa ipini çeker ve başkanlığını bitirirler. Bill Clinton’a yaşatılan skandal böyle bir tuzağa benziyor. J.F. Kennedy’nin öldürülmesi ise basının elinden bir şeyin gelmediği, adamın fazla temiz olduğu durumda güç odaklarının başvurdukları son çaredir. Böyle zor ve riskli yöntemlere başvurmamak için Amerikan basını, geleceği parlak görünen her genç politikacının sicilini tutar. Sicilinde leke bulamadıklarının yükselmesini istemezler çünkü onların özgür vicdanlı kişiler olma tehlikesi vardır.
Basının için şantaj yapmanın tek yolu bu değildir. Sözgelimi bir yiyecek markanız varsa basınla ters düşmek istemezsiniz. Ürettiğiniz yiyecekle ilgili kuşku uyandırıcı bir haber basın şirketinin size büyük zarar vermesine yol açabilir. Basın bunu yasayı çiğnemeden ve herhangi bir tazminat ödemeden yapabiliyor. Bunu yapabilmesini sağlayan şey basın özgürlüğüdür. Diyelim ki süt üreticisisiniz ve basın şirketi “falanca sütte ağır metal bulundu” gibi bir manşet atıyor ve işinizi bitiriyor. Ağır metal miktarı sağlık sınırını geçmiyor olabilir, ürettiğiniz süte marka vermeden göndermede bulunuyor olabilir veya sizin iş kolunuzu bütünüyle zan altında bırakıyor olabilir. Bu durumda mahkemede kanıtlanabilecek, tekzip edilebilecek bir “yalan haber” yapmamış olacaktır. Sözgelimi ABD ve İngiltere’de “dieselgate” adıyla anılan ve yalnızca Volkswagen şirketine yakıştırılan emisyon hilesi haberleri aslında bir karalama kampanyasıydı. Volvo, Renault, Fiat-Chrysler gibi pek çok üretici hile yaptı ama Volkswagen şirketi “onları niye haber yapmıyorsunuz” diyerek dava açamıyor, kendini savunamıyor. Kişiler hakkında sayısız örnek verilebilir. Yakın zamanda oyuncu Ahmet Kural’a yapılan linç ve yargısız infaz örneği basının herkesin tepesinde kılıç gibi sallanan bir tehdit olduğunu göstermiştir. bunun gibi örnekler basının güç yetirebildiği herkese “benimle iyi geçin yoksa saygınlığını sıfıra indiririm” üstü kapalı tehdidini savurduğu anlamına gelir. Adliyeye taşınamayan, ima edilmiş tehdittir.
Basın, bilginin kaynağını gizlemesi yasal olan tek meslektir.
Basın çalışanlarının ve yöneticilerinin sıradan yurttaşlardan farkı, edindikleri bilginin adli soruşturma ve kovuşturma konusu edilememesidir. Bunu engellemek için her demokratik ülkede özel yasalar çıkarılmıştır. Kamu yararı bile söz konusu olsa bir muhabir, bir editör kendisine ulaşan yaşamsal bilginin kaynağını gizli tutabilir. Bunu yaparken işini ve yurttaşlık haklarını da koruyabilir. Öte yandan demokratik ülkeler sıradan yurttaşa böyle bir hak vermemiştir. Kişiler kendilerine ulaşan haberin kaynağını açıklamak üzere baskı altına alınabilirler. Hatta bu nedenle işkenceye uğradıklarında bu durum “büyük haber” olmayacaktır. Çünkü basın, kurumsallaşmış profesyonel bencilliği içinde “basına saldırı” ile herhangi bir yurttaşın yurttaşlık haklarına saldırı arasında ciddi bir ayrım yapagelmiştir. Bu davranışlarıyla kendilerini kutsayan zalim din adamlarına benzerler. Kast sistemi geri kalmış birkaç ülkede var olan haksız bir katmanlaşma olarak anlatılır bize. Oysa modern demokratik toplumlar zenginliğe ve meslek grubuna göre kast sistemine benzer ayrımlar yaptıklarında bunun ayırdına varmamız çok güç oluyor. Belki bunun nedenlerinden biri bu ayrıma bir ad konmamış olmasıdır.
Kaynağı açıklamama özgürlüğü, üzerinde denetimin olmadığı bir özgürlüktür. Bu, basına bir bahçe verip “bu bahçede dilediğini yap, seni cezalandırmayacağız” demeye denktir. Herkes bilir ki denetlenmemiş özgürlükler eninde sonunda kötülük için kullanılır. İnsan doğasıdır; kötü para iyi parayı, kötü düşünce iyi düşünceyi kaçırır. Basının bu dokunulmazlığı salt kötülük için kullanması kaçınılmazdır.

Basında parayı veren düdüğü çalar.
Gerçeği söyleme güdüsüyle kısa vadeli bireysel çıkar elde etme güdüsü yan yana bulunmaz. Bu ikisi birbirini iter. Bu, tıpkı gizliliğin kötülüğe yol vermesi gibi evrensel bir fizik yasasıdır. Basın şirketleri öncelikle para (ve dolayısıyla güç) kazanmak için var olmaları nedeniyle gerçeğin bilinmesi onların önceliği olamaz. Çevrenize bakın. Sizin iyiliğinizi isteyen, size iyi davranan insanlarla aranızda para alışverişi olmadığını göreceksiniz. Hatta kimisi bu yüzden arkadaşıyla para alışverişine girmeye çekinir, çünkü bu ilkeyi herkes bilir veya sezer.
Bu sayfalarda “basın kuruluşu” sözünün tam bir aldatmaca olduğunu, doğru ifadenin “basın şirketi” olduğunu anlatmaya çalıştım. Kavramlar dünyamızdaki arızaları, kopuklukları, çelişkileri giderdiğimiz ölçüde temiz düşünürüz. Şirketler hukuku basın şirketleri için de geçerlidir. “Basın özgürlüğü”, “dördüncü kuvvet basın” gibi kavramlar, her sektör gibi basının da şirketlerden oluşan bir sektör olduğunu bilgisiyle yan yana gelince daha doğru anlamlar kazanır. Basın-yayın bir ticarettir ve burada ticaretin kuralları geçerlidir. Çok basit ve somut bir örnek vereceğim.
TED, ABD’de kurulmuş bir dernektir. “Ideas worth spreading” (yayılmaya değer fikirler) sloganında açık edildiği üzere dünyada fikirleri yayma amacı güder. Tıpkı bir basın şirketi gibi, konuşan bir ağız veya yazan bir kalemdir. Ama bir dernektir ve kâr ve amaçlı kurulmamıştır. En azından görüntüde hiçbirimizden para istemez. Ona para veren birileri zaten vardır. Bu para bu fikirleri yaymanın masrafını karşılamak içindir. Herkes her fikri yayılmaya değer bulmaz. Siz kendi fikrinizi yayılmaya değer bulursunuz, ben kendi fikrimi…
Aşağıda Türkiye’de düzenlenen “TEDx” konferansının sponsorlarının bir listesini görüyorsunuz. Şimdi bu konferansta sizce her fikir yayılabilir mi? Örneğin ben ayaküstü yemek sektörünün zararlarını anlatacağım, ortadan kaldırmayı teklif edeceğim ve bununla ilgili bayağı demokratik de bir planım var. Sponsorlarda gördüğünüz TFI, yani Burger King bunu açıklamama izin verecek midir? Örneğin cep telefonlarının ve nasıl çok daha yararlı kullanılabileceğini ama dünyanın önde gelen şebekelerinin bu olanakların önünü kestiğini anlatacağım. Vodafone buna izin verecek midir? Bankalarla ilgili, gazetelerle ilgili, finans haberciliğiyle ilgili, bilişimle ilgili bir sürü “aykırı” fikri olan insanlar bu sponsorların süzgecinden geçebilecek midir?
Demek ki “parayı veren düdüğü çalar” ilkesi yalnızca parayla satılan ürünler ve hizmetler için değil, bedava görünen bilgiler için de geçerliymiş. Bu bilgi fikir biçiminde karşımıza çıkabildiği gibi haber biçiminde de çıkabilir. Bu ilkeyi ücretsiz sertifika programları, farkındalık ve kamuoyu yaratma kampanyaları, sosyal sorumluluk projeleri vesaire pek çok yerde uygulayın. Özgürlük dediğimiz şey, hareket alanını seçeneklerle sınırlamaktan ibarettir. Basın özgürlüğü de, düşünceyi yayma özgürlüğü de olanak tanıyacak konumda olanların lütuflarıyla sınırlıdır. Dikkat edin, “yaydıkları” ve çevrenizde oluşturdukları düşünce dumanı, ötesini görmenizi engellemesin.
Basın güce göre konum alır.
“Amerika’nın her ülkede maaş ödediği gazeteciler vardır, bunlar ABD’nin çıkarlarına göre haber yaparlar.” Hilmi Özkök, Eski Genelkurmay Başkanı.
Haber basınının uygulaması kitaplarda yazan kurama uymaz. Derslerde okutulan kuramda basın göze parmak sokacak, örtülmeye çalışılanları açığa çıkaracak, uzakta olanı yakına getirecek, bilinmezi bilinir yapacak bir hizmet birimidir. Gerçek dünyada tam tersini yapabilir ve çoğunlukla yapmaktadır. Bunun böyle olması hem halkın çoğunluğu tarafından hem de güç odakları tarafından onaylanma zorunluluğundandır. Çünkü hem uslu çocuk olup reklam (her anlamda) alacak, hem de kalabalıkları kendine baktıracaktır. Bu durum güçlü azınlığın çıkarıyla halkın çıkarının çatıştığı noktada berrakça görünür. Basının bunlardan birinden uzaklaşmamak için yaptığı hızlı manevralara basitçe “döneklik” denir. Sözgelimi Ergenekon davasını önce köpürtüp sabah akşam kafamıza çakması, sonra da “yaa, yalanmış” deyip hiçbir şey olmamış gibi “haber” yapmayı sürdürmesi egemen azınlığın çıkarıyla halkın çıkarının çatıştığı noktada kendini kurtarmak için yaptığı bir kaçış manevrasıdır. Düşünmeyi bütünüyle unutmamış olanlar bu gibi anlarda basının çıkarları birbiriyle çatışan iki öbeği birden idare etmeye çalıştığını görürler. Bunu en bariz, en kötü durumda olanımızın bile durumu anlayacağı bir örnek olarak verdim. Döneklik yalnızca hızlıca ortaya çıkan, teknenin karinasının görüneceği kadar yattığı bir dümen kırma anıdır. Yoksa eğitilmiş, keskin gözler için perde saydamdır, basının bu ikili oyunu günde 24 saat sürer.









Demokrasilerde savaşları çıkaran basındır.
Demokrasi, hükümetin yaptıklarının sorumluluğunu halkın üstlenmesine verilen addır. Bir monarşide kralı deviren halk kralın yapmış olduklarının sorumluluklarını üstlenmeyebilir. Bu tartışılır. Ama bir demokraside hükümeti demokratik yolla uzaklaştıran halk o hükümetin yaptıklarının sorumluluğundan kaçamaz. Bu tartışılmaz. Önceki bölümlerde değindiğim üzere basın bu sorumluluk denkleminde solda sıfırdır. Yetki denkleminde ise herkesin üstündedir. Özgürlüğün anlamı tam olarak budur; sorumluluk olmadan yetkinin bulunması.
İşte bu ilkelerde kurulmuş olan modern toplumlarda hükümetler (veya oligarşi) bir savaşa karar verdiğinde bunun sorumluluğunu, külfetini ve olası sonuçlarını halka yıkmak üzere basın görevlendirilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın nasıl çıktığı ansiklopedilerde özetlenmiştir. İngiltere ve Fransa’nın gerçekte Almanya’ya ikinci kez savaş açmak için hiçbir nedenleri yoktu. Ama bu halkların gerçeğiydi. Oligarşi için ise ikinci bir savaş kazançlı görünüyordu. Bu ülkeler demokratik oldukları için savaşın halk iradesiyle açılması gerekiyordu. En azından halkın buna biraz olsun inanması gerekiyordu. İşte bunun için halk aynı zokayı ikinci kez yuttu. Versay Antlaşması’nın ölçüsüz ve haksız hükümlerini tartışmaya açan, geçersiz kılmak isteyen iktidar partisi aleyhinde başından beri süren karalama kampanyası, Almanya Çekoslovakya ve Polonya’yı işgal edince doruğa çıktı. 1939’da Almanya’nın Polonya’ya girmesi iki ülke halkına savaş nedeni olarak sunuldu. Savaş sonunda ise Polonya yine işgal altındaydı. Bu kez SSCB işgali altında. Ama bu İngiliz ve Fransız oligarşisinin razı olduğu bir işgaldi. Basın tarafından uyuşturulmuş olan halklar “Biz bu adamlarla neden savaştık ve bu kadar yıkıma ve kahra neden katlandık?” diye sormadı. Soramasınlar diye basın yalan ve iftira bombardımanını sürdürdü.
Bu yalan bombardımanı bugün bile bitmemiştir. Sözde altı milyon Yahudiyi fırında yaktıkları yalanı öyle büyütülmüş, öyle büyütülmüştür ki bu yalanın anıtları, müzeleri yapılmıştır. Yalan ortaya çıkmasın diye tartışılması yasayla yasaklanmıştır; İngiltere, Fransa, İsviçre, Avusturya ve Almanya başta olmak üzere pek çok ülke bunu tartışanları hapse atar. Yahudi soykırımının yalan olduğu er geç ortaya çıktığında bu yalanı en az seksen yıldır utanmadan kafamıza çakan basın şirketleri yine özür dilemeyecekler. Çünkü halkın ezici çoğunluğu basın gerçeğine uyanamadan bu uygarlık çökmüş ve başka bir şeye dönüşmüş olacak.

Demokrasilerde basın özgürlüğü gerçek bir yalandır. İngiliz basını bu kadar kıvama gelmiş ve İngiliz vicdanını nasırlaştırmış olmasaydı Hindistan’a ve pek çok ülkeye yüz yıldan uzun süren eziyeti de edemezlerdi. Amerikan ve İngiliz uçakları Irak’ın askeri hedeflerinden çok sivil hedeflerini her gün bombalarken gazetelerde nadiren haber yapıldı. Tıpkı bugün dünyanın türlü noktalarında süren ABD saldırganlıklarının haber yapılmadığı gibi. ABD ordusunun İkinci Dünya Savaşı’na girdiğinden beri savaş durumunda olduğu gerçeği basında neredeyse hiç konuşulmamıştır. ABD ve onun kuyruğuna takılan ahlaksız ülkeler kitle imha silahları bahanesiyle 1990’da Irak’a her türlü ihracatı yasakladılar. ABD, Iraklı hastaların her türlü ilaca erişimini keserken halkın Saddam’a karşı ayaklanacağını umdu. Ambargo yüzünden Iraklı binlerce hasta öldü, yüzbinlerce sağ hastalandı. Bu aşağılık yöntem sonuç vermeyip halk ayaklanmayınca ABD Irak’a ikinci kez saldırarak “sorunu çözdü”. Bütünüyle siviller, hedef almış bu rezil saldırı yıllarca sürüp giderken kamuoyunu uyutmak, oyalamak ve kamu vicdanını baskılamak görevini saygıdeğer özgür basın yerine getirdi. Türk basını da üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirdi ve Türk hükümetinin ABD’ye yardım etmesini halkın sorgulamamasını sağladı. Batılı basında ve onun kuyruğu olan ana akım Türkiye basınında Irak işgali eleştirisinin yalnızca ambargonun adaletiyle ve kitle imha silahlarının yokluğuyla sınırlı kaldığını da hatırlayalım. Yani aslında muhalif görünen basın kişileri bile Irak’ta atom bombası bulunması durumunda bütün yapılanlar doğruymuş gibi varsaydılar. Muhalif görünürken aslında ABD’nin keyfi gerekçelerle gücünün yettiği her yere saldırmasını onayladılar, halka bu mesajı verdiler. ABD demokratik bir ülkedir ve demokrasinin buraya kadar saydığım bütün niteliklerine sahiptir. Büyük gazetelerin ve haber ajanslarının sahibi Yahudi oligarşisidir. Bu yüzden atom bombası bulundurma tekelini altı milyonluk İsrail’de bırakmaya ve İsrail çıkarı için Irak’a saldırmaya üç yüz milyonluk Amerika’yı razı etme görevini layıkıyla yerine getirmiş ve halkı Saddam’dan, Irak’tan ve Müslümanlardan nefret ettirmiştir. Batı basını ve onun Türkiye’deki kuyrukları Saddam’ın kendi halkını bombaladığı, Kuveytli sivillere saldırdığı, BM’nin nükleer silah denetçilerini ülkeden kovduğu, görevlerini yapmalarına engel olduğu gibi sayısız yalan haber yaptılar.
Bu yalan haberler 10 Ekim 1990’da ABD meclisinde sözde Kuveytli bir kız olan Nayira’nın verdiği yalan ifadeye zemin hazırladı. Kız ifadesinde tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın “bebek öldüren” Almanlarını anımsatırcasına “kuvözleri çalıp bebekleri ölüme terk eden” Iraklı askerlerden söz etti. Hollywood yöntemi bir “karakter gelişimi” ile basına güvenmeği öğrenmiş Amerikan halkı, gözü yaşlı bu kıza inanarak Irak’lı bir buçuk milyon sivilin öldürmeye ikna edildi. Daha sonra Kuveyt büyükelçisinin kızı olduğu ve tıpkı Greta Thunberg gibi iyi eğitimli bir şarlatan olduğu ortaya çıktı.[3] Basın şirketleri halktan özür dilemedi, editörler ve muhabirler mesleği bırakmadılar.
ABD halkı 365 gün 24 saat süren propaganda ile Müslümanlardan nefret ettirilmese idi ne Irak işgali gerçekleşebilirdi, ne Afganistan, Pakistan, Somali, Yemen, Suriye ve öbür Müslüman ülkelere saldırılar. Bunu sağlayan şey Amerikan halkının sivil, asker ayrımı yapmaksızın genel olarak kendilerine benzemeyenlerden, özel olarak da Müslümanlardan nefret etmeyi öncelikle basından öğrenmiş olmasıdır. ABD basını halka abartılı bir komünizm korkusu işlemeseydi hükümet Kore ve Vietnam’a saldıramazdı. Aynı Amerikan halkını İkinci Dünya Savaşı’na mallarıyla ve canlarıyla katılıp sivil Alman öldürmeye ve Japon soyu kırmaya ikna eden de onları Almanlardan ve Japonlardan nefret ettirmeyi başaran basın idi.
Basın iftiralarının nasıl savaş gerekçesi yapıldığının benzer bir örneğini yakın zamanda Suriye hükümetinin teröristler ve isyancılar üzerinde kimyasal silah kullandığı biçimindeki yalan haberler olarak gördük. Bu yalan haberler daha çok sayıda ülkenin kendilerini ilgilendirmeyen bir çatışmaya art niyetlerle girmesi için bahane oluşturdu.
Basının savaş ve barış konusunda söylediği yalanlara ikna olmaya hazırlayan bazı yanlış varsayımlar ve hurafeler bulunur:
– Savaşların bittiği: Bugün içinde yaşadığımız koşulları biçimlendirmiş olan şey İkinci Dünya Savaşı’dır. ABD’nin ve Yahudilerin dünya egemenliği, Petro-dolar döngüsü, basın-yayında, üniversitede ve internette ABD tekeli, liberal demokrasinin zihinsel egemenliği ve hepsinin bileşimi olan tekseslilik ve tek kutupluluk bu savaşın sonucudur. Savaşlar başlayan ve biten şeyler değildir. Savaş, çıkar çatışmasının silahlı biçimidir yalnızca. Silahlar sussa bile çıkar çatışması çoğu zaman sürer. İkinci Dünya Savaşı çarpışma anlamında bitse de ideolojik çatışma anlamında bitmemiştir. Naziler ve faşistler bugün bile Müttefiklerin elinin uzandığı her yerde kovalanıp imha ediliyorlar. Üzerinden seksen yıl geçmiş olmasına ve Almanya’nın güçlü bir orduya sahip olmayacağı antlaşmalarla güvenceye alınmasına rağmen hâlâ Nazilerin “insanlık dışı” eylemleri süreli yayınlarda ve kitaplarda konu ediliyor, yıldönümü anmaları yapılıyor. Hele bunu savaşın tarafı bile olmayan Türkiye’de de yapmaları nasıl açıklanır? Bu, savaşın bitmediğini gösterir. Müttefikler Eksen kuvvetlerinin silahlı anlamda olmasa bile ideolojik anlamda dirilmesinden korkuyorlar ve bu olasılığı yok etmek için basın-yayını kullanarak var güçleriyle saldırıyorlar. Düşmanın silahlı direniş aşamasına gelmesine izin vermeden, halkta “bir de karşı tarafı dinleyelim” sağduyusunun uyanmasına izin vermeden savaşı sürdürüyorlar.
– “Aslında halklar arasında sorun yok, hükümetler olmasa”: Bu klişeyi bir Yunan ve bir Türkün veya bir Filistinliyle bir Yahudinin dostluğundan söz edilirken duyarız. İsrail’i veya Yunanistan’ı ziyaret eden Türkler de aynı yanılgıya sıklıkla düşerler. “Bize çok benziyorlar, sıcak insanlar” ile başlayan gözlemlerle düşmanlıkları hükümetlerin halklara rağmen yarattıkları gibi tutarsız sonuçlara varırlar. Hiç düşünmezler ki bir halkın öbürüne karşı kışkırtılması, basın denen sistem sayesinde artık an meselesidir. Bunun bilincinde olanlar sürüp giden düşmanlıkların nedensiz olmadığını anladıkları gibi, hükümetlerin halktan kopuk ve özgür iradeli özneler olmadığını da kavramışlardır. İktidar olabilmiş olan yurttaş, o noktaya zaten basının egemenliğine boyun eğmeyi öğrenerek yükselebilmiştir.
Bu iki madde birbiriyle çelişiyor gibi görünebilir. Gerçekte savaşlar nedensiz değildir. Bir ülkenin savaşmaya karar vermesi haksızlık veya kötülük olmak zorunda değildir. Buna karşılık basın bu konudaki gerçeği hemen hiçbir zaman bütün çıplaklığıyla, hesapsızca, vicdanlıca, toplumsal sorumluluk duygusuyla göstermez. Bu onun doğasına aykırıdır. Türkler ve Yunanlar arasında onarılamayacak bir rekabet veya husumet varsa basın bunu örtebilir. Öte yandan aynı basın Türkler ve Yunanlar arasında gereksiz ve aptalca bir savaşı da kışkırtabilir. Böylece gerçeği iki yönde de örtebilir.
Dipnotlar
[1] https://www.orwellfoundation.com/the-orwell-foundation/orwell/books-by-orwell/animal-farm/preface-to-the-ukrainian-edition-of-animal-farm-by-george-orwell/
https://medium.com/lessons-from-history/the-history-behind-george-orwells-animal-farm-unpublished-preface-bf3b64496463
https://orwell.ru/library/novels/Animal_Farm/english/efp_go
[2] Samuel S. Epstein, “American Cancer Society: The World’s Wealthiest ‘Nonprofit’ Institution,” International Journal of Health Services 29, no. 3 (1999): 565–578.
[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Nayirah_testimony Videolarını da internette bulabilirsiniz.
Selim Bey yazılarınızda kullandığınız dil o kadar yalın ve akıcı ki yazılarınızı nasıl başlayıp nasıl bitiriyorum anlayamıyorum. Öğrettikleriniz kıymetli. Teşekkürler
BeğenBeğen
Güzel. Çünkü özellikle toplumsal gerçeklik bölümünde zorlandığımı düşünüyorum.
BeğenBeğen
Basının küçük adımları, her gün kararlı ve sürekli yaşanan değişimleri haber yapmayıp yalnızca patlayıp çatlayanları, gürültü çıkaran şeyleri haber yapmasının etkisini bugünlerde çok net görüyoruz. Suyun yavaş yavaş ısındığını haber yapmadılar, kurbağanın öldüğünü manşetten giriyorlar. Bunları açıkladığım yukarıdaki yazıyı yazdığımda Ukrayna meselesi yoktu. Şimdi beyninin basın tarafından dizginlenmesine izin veren şaşkınlar yeni ekonomik zorlukları Rusya’nın kabahati olarak görüyorlar. “Çünkü silahı çekti, bam diye ateşledi, hepimiz duyduk değil mi, duyduk tabi.” Ama NATO Ukrayna’ya yıllardır ufak ufak sokulurken bunu manşete değil, kıyıda köşede küçük harflerle yazdılar. Ukrayna’daki Rus azınlığa yönelik saldırıları haber bile yapmadılar. Ukrayna’nın Yahudi devlet başkanının ordusunda Nazi birliklerin var olmasına izin verdiğine hiç değinmediler.
Aynısını İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’ya yapmışlardı. İngiltere’nin dolmuşuna binen Polonya’nın Alman azınlığa nasıl eziyet ettiğini yazmadılar. Almanya’nın batı Çekoslovakya’yı işgal etmesinin hemen ardından Polonya’nın da bazı Çek bölgelerini işgal ettiğini yazmadılar. Savaştan önce ve savaştan sonra Doğu Avrupa’daki Almanların nasıl ırkçı saldırılara maruz kaldığını yazmadılar. Bütün dikkatleri tek bir yere, Almanya’nın belindeki silaha odakladılar. Seksen yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nı tarihçiler dışında, yani tarihi basın (ve popüler tarih) kaynakları dışında gerçek kaynaklardan okuyanlar dışında neredeyse kimse bilmiyor. Kıbrıs’ta da aynısı oldu. Batı basını katliamları yazmadı. Ne zaman kurtarma operasyonu başladı, “Türkiye işgal ediyor” diye manşet yaptılar. Türklerin basından gördüğü ihanet yazmakla bitmez ama kimse farkında değil.
BeğenBeğen