Basın 1: Basının Temel Nitelikleri

Basının ve reklamın “hedef” kitlesinden söz edilmesinin nedeni, bunların mecazi olarak ateş ediyor olmalarıdır. Sevgi, bağışlama, iyilik gibi kavramlar için “hedef” sözcüğü kullanılmaz. Kimse “iyiliğinin hedefine” yönelmez örneğin. Bir baba çocuğunu “ilgisinin ve sevgisinin hedefi” saymaz. İç yüzü ele veren bu sözcük seçimi pek çoğumuzun dikkatinden kaçmıştır.

Yazıyı pdf olarak indirebilirsiniz: İndir

Basın su gibi, ekmek gibi zorunlu bir şey değildir. Basın alkol gibidir, onunla ne yapacağını bilmeyeni sarhoş eder, delirtir, öldürür. Ondan ancak onu nasıl kullanacağını bilenler yararlanabilirler. Aptal yerine konmak ağırına giden kişinin basını alkol gibi bilmesi gerekir. Belli bir olgunluk ve sağlık düzeyinin altına sakıncalıdır. Biz buna yeteneği de ekleyelim: Belli bir düşünme yetisi geliştirememiş olanları sarhoş eder, zehirler, delirtir, öldürür.

Basın hakkında yazılanlar, iletişim fakültelerinin ders kitaplarında okutulanlar tıpkı iktisat fakültelerinde okutulanlara benzer. Aşırı iyimser varsayımlarla, abartılı idealize modellerle, hurafelerle doludur. İletişim fakültesinin ne kadar bilimsel olduğu adından bellidir. Basının işi “iletim”dir, iletişim değil. İletişim çift yönlü olur. Oysa basın-yayın tek yönlüdür. “IPS İletişim Vakfı”, Soros’un askerleridir, tek yönlü aşılama yapar, iletişimle ilgisi yoktur. Ekrem İmamoğlu’nun “İletişim Gönüllüleri Ağı” propaganda ağıdır, tek yönlü iletim yapar. İletişim Fakültesi radyo, televizyon ve gazetecilik eğitimi yapar, bunlar yalnızca iletimdir. Televizyon veya radyo veya şirketlerin interneti iletişim değildir. Haber okumak iletişim değildir. Bunların hepsi, az sayıda kişinin ürettiği içeriğin tek yönde ve çok sayıda kişiye iletilmesidir. Katılım yoktur, etkileşim yoktur. İletişim en az iki insan arasındadır. Basının yaptığı işte iki insan bile yoktur. Yalnızca okuyucu/izleyici ile karşısındaki içerik vardır. Basın hakkındaki kimi gerçek rahatsız edici ve demokratik düzeni sorgulatıcı olduğu için ya yarım ağızla söyleniyor ya da büsbütün örtülüyor.

Burada okuyacaklarınız falanca fakültenin profu tarafından değil, bu işe yıllardır kafa yorup sorgulayan diplomasız bir gönüllü tarafından derlenmiştir. Bunlar medya okur-yazarlığı sertifika programlarında yer almaz. Bundan sonra da yer almayacaktır çünkü bu bilgi ve tavsiyelerle kimse beş kuruş para kazanamayacağı gibi bunların uygulanır, bilinir ve sezilir olmasından rahatsızlık duyacak bir yığın kişi ve güç odağı vardır.  Burada bir araya getirilmiş bilgi ve tartışma, eleştirel düşünme kaynaklarının onda dokuzunda karşınıza çıkmayacaktır. Burada yapılan saptama, çözümleme ve incelemeler basının eksiksiz bir resmini yapma amacı gütmez; böyle bir şeye güç yetirebileceğimi de sanmıyorum.

Bu yazıyı herhangi bir örneğe bakarak yazmıyorum. Bu yüzden yinelemeler olabilir, güncellemeler olabilir, serim dağınık olabilir, idare edin. Sitenin kategori seçim bölümünde basın kategorisini seçtiğinizde burada anlatılanların bir bölümünü somutlayıp daha iyi anlamanızı sağlayacak olan örnekleri bir arada bulabilirsiniz. Vakit buldukça yeni örnek eklemeye çalışacağım.

Bu yazının gündem dışı olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Tam da bu günün, 2020 ve 2021’in gündemini açıklayan yazıdır.

 

Basının Kökenleri

Basının ve medyanın en eski biçimi gazetedir. Gazete benzeri ilk söz iletim ortamları hükümetin halka yaptığı duyuları ileten yazılar olmuştur. Roma İmparatorluğu’nun duyuları levhalara yazılıp meydana konurmuş. Kağıdı ilk kullanan ülkelerden olan Çin’de aynı amaçla hazırlanan bültenler memurlara dağıtılırmış. Avrupa’da ve ardından Osmanlı’da çıkarılan ilk gazeteler öncelikle memurlara, tüccarlara ve kent ileri gelenlerine yönelik olarak basılıp dağıtılan hükümet bültenleri olmuş. Türkiye’nin ilk özel gazetesi 19. Yüzyıl’da hükümet destekli olarak çıkarılan Ceridei Havadis adlı İngiliz gazetesidir. İlk gerçek özel gazete olan Tercümanı Ahval’i çıkaran kişiler olan Şinasi ve Agah Efendi yurtdışında eğitim görmüş ve Fransız Aydınlanmacılığı’ndan etkilenmiş kişilerdir. Yazı dizisinin kalanını okurken bu üç noktayı aklınızda tutmanızı rica edeceğim: Haber basınının ortaya çıkışı hükümetledir. Türkiye’nin ilk yarı-özel gazetesi bir İngiliz gazetesidir. Türkiye’nin ilk özel gazetesi Batılı kafasıyla yetişmiş kişiler çıkarmıştır. Bu yazının konusu olmayan Türk basınının geri kalan tarihi bu kökenlere ters düşmemiştir.

Burada kökenlerden söz ederken Batılılığına yaptığım vurgu bir yergi değil saptamadır. “Bu yanlıştır, doğrusu şöyle olmalıydı” gibi bir imada bulunmuyorum. Ancak basını güç dengelerinin genel bağlamında ve Türk toplumunun son yüzyıllardaki krizi bağlamında doğru yere oturtabilmemiz için Atilla İlhan’a “Türk basını asla Türk olmamıştır” dedirten bu Batılılığı iyi saptamamız gerektiğini düşünüyorum.

 

Modern Dünyanın Yapısı

Şu anda yeryüzünde sekiz milyar kişi var. Düşüncesini olgulara göre eğitmemiş biri, sekiz milyar kişiden oluşan bu kalabalığı düşününce gözünde aşağıdaki gibi dev bir kalabalık canlanır.

Bu resmin modern dünyayı temsil etmekteki sıkıntısı güç dağılımını dikkate almayışıdır. Modern dünyada güç birkaç şirketin elinde toplanmıştır ve bu merkezileşme gittikçe ivmelenmektedir. Bunun yanı sıra bağımsız olduğu varsayılarak sayılan 170 kadar devletin arasındaki güç dengesi de tek kutupludur. Tek başına Amerika’nın ordusu, bütün dünya ordularının toplamı kadar para harcar. Amerika’nın kendi içindeki merkeziliği de dikkate alırsak toplanan verginin yarısının bu orduya aktığını ve ülke içindeki üretimin neredeyse yarısının iki eyalette toplandığını söylemek gerekir. Politik veya ticari hemen hiçbir alan yoktur ki yoğun olarak merkezileşmiş ve merkezileşmesi artan yapılar görelim. Paranın ve paraya dönüştürülmemiş taşınmaz varlığın dağılımında da aynı toplaşmışlık vardır. En basitinden bankaya borç için gitmenizin tek nedeni sizin ve yakınlarınızın yoksul, bankanın zengin olmasıdır; yani paranın bankada toplanmış olmasıdır. Piramitlerin tepelerine büyüteçle bakacak olsak orada da ikinci kademe piramitler olduğunu görürüz. Demek ki sekiz milyarlık kalabalığı yukarıdaki gibi değil, sipsivri uçlu bir piramit olarak modellemek daha doğru olacaktır. Aşağıdaki şematik örnekler yapıyı çok daha doğru yorumlamışlardır.

İlk dersimiz ve düşünme alıştırmamız basının böyle bir ortamda çalıştığını anlamaktır. Bu güç piramitlerinin varlığı basını değerlendirirken ayrıca önemlidir çünkü askeri veya parasal veya politik veya teknolojik gücün merkezileşmesi, zihinsel gücün de merkezileşmesi sonucunu doğurur. Zihinsel gücün merkezileşmiş olması bir eleştirel düşünürü yakından ilgilendirir çünkü düşünsel etkinliğin hiyerarşik olduğu yerde bağımsız ve kendi adına düşünmek güçtür; güç olduğu kadar da sonuçları bakımından değerlidir.

 

“Dördüncü Kuvvet”

“Karşıt gazeteler yüz bin süngüden daha korkulasıdır.” —Napolyon

“Ülkenin çehresini değiştirmeye yönelik hadiselerin yorumunu, hatta çözümünü basına bırakmış durumdayız. Bu süreçte üniversite yok, sivil toplum örgütleri yok, aydınlar yok, hatta cemaatler yok. Sadece basın var.  Basın, şehvetli bir kavganın keyfini çıkarıyor. Oysa basın, sorunların çözüm mercii değildir. İstese de yapamaz, yapamazsınız. Çünkü basın, olumsuzlukları ortadan kaldırmak için değil, olumsuzluklara uygun bir mesafede konuşlanıp, ertesi günkü nüshasında kullanmak için oradadır… Basının görevi yaralıya koşmak değil, yaralının resmini çekmektir.  Basının olayı budur. […] Haber vermek, objektivite içerir, haber yapmak ise değer yargısı.  Revaç vermek istediğiniz olayı haber yaparsınız. Bu bir. İkincisi, muhabirle sütun yazarı arasına dillendirilemeyecak kadar derin bir maddi-manevi getiri uçurumu koyan gazeteler, ‘manifesto’ hüviyetine bürünürler. ‘Manifesto’ yazımı, Babı-ali /Jöntürk alışkanlığının devamı olup, günümüzde halen ‘sütun yazarları’ ve/veya ‘anchorman’ler tarafından sürdürülmektedir. Öte yandan manifestolar, doğaları icabı obskürantisttirler[1]. Dolayısıyla, haber tüketicileri, olaylara indirgenmiş veya abartılmış haberlerden muttali olurken, hadiselere katılamaz, yönlendirilmelerinde katkı sağlayamazlar. Hal böyle olunca, basın, kendi kurguladığı ‘gerçeklik’le hemhal olur. Dahası, birinci, ikinci ve üçüncü erkleri de kendisine göre biçimlendirir.” Alev Alatlı, “Değerler Kaybı, Yellow Press vs.” makalesinden.[2]

Basın hakkında yasama, yürütme, yargıdan sonra dördüncü kuvvet olduğu yakıştırması çok yapılır. Çünkü basın bu üçünün nasıl çalıştığını etkiler. Toplumu yönlendirir, davaları etkiler, davaların ölçüsü olan yasalardaki ve anayasadaki değişiklikleri yönlendirir, kamu vicdanı denen ortak sesi keyfine göre açar veya kısar. Yasama ve yürütme halkın onayıyla meşrulaşır. Yargı, ikisinden farklı olarak seçilmiş değildir ama kendi içinde denetlenmekle birlikte çıkar amacı olmadan çalışmasını seçilmişler güvence altına alırlar. Bu durumda basın ne hakla dördüncü kuvvet olur, bunu kimse sorgulamaz. Ne seçilmiştir, ne denetime açıktır, ne de kamu yararı gözetir.

Her demokratik ülkede siyasi partilerin para kazanması yasaklanmıştır. Bunun mantığı halkın demokratik veya temsili katılım yolunun para kazanma güdüsünden arındırılmasıdır. Doğruluğu herkesçe kabul edilen bir ilkedir. Yargı da siyasi partiler gibi para kazanma güdüsünden arındırılmıştır. Şirketler mahkeme olamazlar, mahkemeler de üretim araçları edinemezler, şirket olamazlar. Olmaya çalışırlarsa devlet değil anarşi olur. Bunun doğruluğunda da uzlaşılmıştır. Peki, kamu vicdanını yönlendiren bir iş yapan basın nasıl oluyor da para kazanma güdüsünden ve sınırsız özel mülkiyetten arındırılmıyor? Demokrasi için yaşamsal olduğu, özgür bırakılması gerektiği söylenen basın nasıl oluyor da özel mülkiyete ve kâr etme güdüsüne kapalı olmuyor? İşte bu demokrasilerin en ölümcül ve en yapısal arızalarından biridir. Bu arıza onarılana dek aklı başında kişilere düşen, basına her baktığında bu gerçeği anımsamaktır.

Demokrasinin tanımı basına tanınan “özgürlük”le, “hak”la yapılagelmiştir. Buna karşılık basın, kapitalist şirket hukukuna göre çalıştığı için topluma karşı sorumsuz olduğu kabul edilmiştir. Çünkü kapitalist ahlakta şirketler kişilerden oluşuyor olsa bile onlara kişiler gibi ahlaki sorumluluk yüklenmez. Yalnızca yasal zorunluluklara uyarlar. Kişilerde arandığı gibi güvenilirlik, ar, namus, iyilik, özgecilik gibi erdemler aranmaz. Kişilerle şirketler arasında yaptığımız bu ayrımı bilinçli yapmayız. Bize öğretileni benimser ve sürdürürüz yalnızca. İnsan hakları, haber alma hakkı gibi yalnızca hak vurgusu yapan ama bunların bir sorumluluk karşılığı da olduğunu inkar eden liberal ideoloji basının bu sorumsuzluk durumunu perçinler. Basın kendi lehinde olan bu durumu dibine kadar suiistimal ederek çoğunluğun zihni üzerinde egemen olur. Sözüm ona kamuoyunun nabzını ölçen anketleri bile para kazanma amaçlı çalışan şirketler yapar. Demokrasilerde hükümetler o kadar şaşkındır ki bu anketlere göre politikalarına yön verirler. Bugün Türkiye’de küçük bir derneğin, bir ayağı yurtdışında olan bir avuç akademisyenin, küçücük bir etnik azınlığın, bir mikro-azınlığı temsil eden bir işveren sendikasının veya hatta tek bir ÇUŞ’un lobiciliğiyle çoğunluğun vicdanına ve çıkarına muhalif yasalar çıkarılabiliyorsa basının yarattığı çarpan etkisiyledir. “Dördüncü kuvvet” basın, yasamaya hangi yasayı yapacağını, yürütmeye o yasayı nasıl yürüteceğini, yargıya da nasıl yargılayacağını söylemektedir. Buna rağmen ne seçilmiştir, ne bir taahhütte bulunmuştur, ne de anayasal denetime tabidir. Mahallenin delisi gibidir; hakkı vardır, sorumluluğu yoktur. Ama mahallenin delisinden farklı olarak insanlara ne yapacaklarını söylediğinde insanlar onu yapıyorlar!

Ahlak dediğimiz şey ancak yaptırımla birlikte var olur. Ana akım kaynaklarda “basın şöyle olmalı böyle olmalı” gibi ahlak ilkeleri seslendirilir, basın meslek örgütleri bunları kendince düzenler ve duvara asar ama bunların yaptırımı bulunmaz. Bu girişimler haklı kaygılardan yola çıkıyor görünseler bile modern dünyayı kuran en temel paradigmalardan biri olan şirket kavramına eleştirel yaklaşmadıkları için boşunadır. Şirketlerin üzerinde ahlaki yaptırım bulunmaz. Yaptırım ancak yasayla sınırlıdır ama yasa ahlakın bütünü değildir. Bu saptama şirketlerin sendikalaşmasıyla, kartelleşmesiyle ve tekelleşmesiyle her gün daha doğru olmaktadır. Dolayısıyla şirketlerden oluşan basından ahlaklı davranışlar beklemek gerçekçi değildir. Bunu gerçeği yüzüne vurduğunuz bir basın çalışanı elbette bozulacak ve basının gerçeği bildirmesi için saygınlık, güvenilirlik gibi gerekçeler sunacak, bunların aslında yasal olmayan yaptırım olduğunu öne sürecektir. Ne var ki bu gerekçeleri politikacılar da öne sürebilir ve bu yüzden bir politikacının ahlaklı olmak zorunda olduğuna sizi inandırmaya çalışabilir. Ama kimimiz bilir ki politikacılar çoğu zaman ahlaksızdırlar veya en azından sürekli yalan söylerler.[3] Politikacı yalan söylediğinde bunu yazacak bir basın varken basın yalan söylediğinde bunu kim yazacak? Hani denir ya, suçluyu polis yakalar ama polis suç işlediğinde onu kim yakalar? İşte burası kimin kime güç yetirebildiğinin düğümlendiği yerdir.

Demokratik bir düzende basın hükümete değil, hükümet basına boyun eğer. Bunu tefecinin krala borç vermesine benzetebiliriz. Özellikle koloni çağından sonra sermaye sınıfı ortaya çıktığında, krallara savaş yüzünden zor durumda kaldıklarında borç verebilecek kadar palazlandılar. Görünürde krala tabi olan bu tefeciler gerçekte krala kendi koşullarını dayatabildikleri için yasanın üstünde yarı-dokunulmaz bir konum almaya başladılar. Bugüne kadar sürmüştür bu durum. Basın da aynı biçimde seçilmişlere kendi koşullarını dayatabildiği için aslında hükümete tabi değil onun neredeyse üstündedir. Bu durum basın yöneticilerine yasaların üstünde bir yarı-dokunulmazlık sağlamıştır. Türkiye’de hükümetin Aydın Doğan gibi basın tekellerini alaşağı etmesi bizi yanıltmamalıdır. Birincisi; hükümet bir tekeli ezip kendi basın tekelini kurmuştur. Yani bir padişahı indirip başka birini tahta geçirmiştir. İkincisi; burada liberal demokrasi yerleşmediği için bu işler görece kolaydır. Basın hükümete değil, hükümet basına mecburdur. Bunun en belirgin örneği seçim hilesi yapıldığı gerekçesiyle devlet başkanı olma hakkını kovalayan Donald Trump’ın sosyal medya şirketleri tarafından engellenmiş olmasıdır. Batı televizyonları ve gazeteleri de kendisine savaş açmış, açıkça hakaret etmiş, işadamı olarak saygınlığını da bitirmeye çalışmıştır. Bu aslında basın gerçeğine gözü kapalı olanların uyanmaları için tüyler ürpertici bir ışıktı. Şirketlerin aynı şeyi görevdeki bir devlet başkanına da yapabilecekleri iyice belli olmuştur. Sonuçta bunlar kamu kurumu değildir ve hükümetin “benim halkla iletişimimi kesiyor” diyerek basını şikayet edebileceği bir mahkeme yoktur! Aynı ABD basınının önceki devlet başkanlarından J.F.Kennedy’ye düzenlenen suikastı örtbas etmiş, Jimmy Carter’ı düşürmüş, Bill Clinton’ı diz çöktürmüş olduğunu anımsayalım. Türkiye’de de 1980 darbesine yardım etmiş, 1997’de seçilmiş hükümetin uyduruk gerekçelerle indirilmesine halk rızası oluşturmuştur. Oylarınıza seçtiğiniz kişilerden hesap soran bir özel sektör. Ve bu özel sektör bize demokrasinin bir aktörü, hatta dördüncü kuvveti olarak yutturulmaya çalışılıyor.

Basın, düşürttüğü seçilmişlerin yerine kukla seçilmişler koydurur. Aslında bütün döngü kendi işine gelecek, basına (veya efendisine) daha iyi itaat edecek daha kukla bir kadroyu halka seçtirmekten ibarettir. Trump’ın yerine bunağın birini koydurmuştur. Şu anda ABD’yi bir bunak yönetmiyor elbette. O bunağı idare etmesi kolay olduğu için seçtirdiler. Hmm, bir bunağın hükümet başkanı yapılması bize yabancı bir durum olmasa gerek…

Özellikle Batı basınının bir diktatörün yönettiğini söylediği veya baskıcı rejim saydığı ülkelere baktığımızda şaşmaz bir örüntü görürüz. Bu ülkelerin hiçbiri kapitalistleşmemiş, sermaye ve kentsoylu sınıfları oluşturmamıştır. Buralarda yazının girişinde sözünü ettiğim güç tekeli hükümetle sermaye sınıfı arasında paylaşılmamıştır. Bu yüzden buralarda basın üzerinde hükümet egemenliği bulunur, tersi değil. Buralarda basın hükümet düşüremez, istediğini seçtiremez. Basının bu durumdan hoşnut olmayıp diktatörlük, baskı gibi adlar vermesinin tek nedeni buralarda kendi başına buyruk olamamış olmasıdır. Yoksa halkın iyiliği falan değil. Özgürlük, eşitlik martavalları soylu sınıfa karşı sermaye sınıfının iteklediği Fransız devriminin mirasıdır. İkinci Dünya Savaşı’yla perçinlenen bu güç dengesi bugün yeryüzünde pek çok şeyi anlamamız için anahtardır. Bugün özgürlükçü sayılan rejimler kendilerine benzemeyen rejimlere var olma özgürlüğü tanımadılar. Bu şablon gerek toplumsal gerek küresel ölçekte değişmez. Bu şablon basının özgürlükçülüğünü de tanımlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ve ülkemizde toplumsal düşüncenin tek kutuplu olduğu 1980 sonrasındaki özgürlükçü söylemi dikkatli incelerseniz demokrasi diye savunulan şeyin aslında seçilmemiş şirketlerin yönetimi seçilmiş hükümetlerle paylaşması olduğunu görebilirsiniz.

Ordusu dünyanın en büyük ordusu olan, zamanında komünizmi bahane ederek dış ülkelerde kurduğu üsler aslında o ülkelerin kafasına dayanmış birer silah olan ABD’de basın Time Warner, Bartelsmann, Disney, Viacom, General Electric ve News Corporation’dan oluşur. Bunlar bütün basının onda dokuzudur. Türkiye’de basın-yayının büyük bölümü Ciner, Demirören, Kalyon ve Doğan başta olmak üzere birkaç holdinge, daha açık söylemek gerekirse birkaç kişiye aittir. Bu tekelleşme hükümetin de çabalarıyla gerçekleşmiştir. Zaten bu holdingler AKP hükümetiyle iş ortağıdır. Böyle bir piyasada demokrasinin ve konuşma özgürlüğünün var olabilirliğinden söz etmek ancak düşünme yeteneğinden payını hiç alamamış talihsizlere özgü olabilir.

Durumu soğukkanlılıkla analiz ettiğimizde basının aslında demokrasinin değil, şirket-devlet faşizminin veya en azından oligarşinin bir aktörü olduğu sonucuna varmamız gerekiyor. İlk basın örneği krallara hizmet ederek ortaya çıkmıştı, bugün ise oligarşiye veya güçlü her kimse ona hizmet ediyor. Çünkü basın azınlığın, üstelik çoğu zaman sermayeyi elinde bulunduran azınlığın iradesini çoğunluğa dayatıyor. Sınırsız mülk edinme özgürlüğünün geçerli olduğu kapitalizmlerin varacağı son nokta, her şeye sahip olan, hükümetlere tabi olmayan tek bir şirket kalmasıdır. Basın iş kolunda da bu doğa yasası işlemekte ve bütün demokrasilerde basın şirketleri tekelleşmektedir. Varılacak son nokta her iş kolunda birer şirketin kalması ve hükümet dahil yaşamın her alanına bu şirket(ler)in egemen olmasıdır. Kapitalizmin ve liberalizmin bu kaçınılmaz sonu, Batı Aydınlanmasının hiç gerçekleşmeyecek bir düş olduğunun doğrulanmasıdır. Aydınlanmacı Batı düşünürleri bilginin ve egemenliğin halka ineceği gibi gerçekçi olmayan düşlere kapılmışlardı veya en azından bizim buna inanmamız isteniyor. Özgürlükçü demokrasi o düşü kovalayan bir tasarıdır. Öyleyse “özgürlükçü demokrasi, faşizmin daha sinsi bir sürümüdür” diyebilmemiz gerekir. Çünkü demokrasi diye bir şey olacaksa, basının da siyasi partiler veya mahkemeler veya tapınaklar gibi halk hizmetine özgülenmesi ve para kazanma güdüsünden bütünüyle arındırılması gerekir. Ağırlığı altında ezildiğimiz koşullanma (veya hipnoz) o denli güçlüdür ki bu öneri çoğunluk tarafından “çılgın fikir” veya “radikal ideoloji” sayılacaktır. Nitekim eleştirel düşünmenin çoğunluk tarafından başarılamayacağına değinmiştim. Çoğunlukta böyle bir istenç bulunmaz. Ama bu durum bizi durduracak değildir. Eğer bu sayfadaysanız zaten koyun sürüsünün bir birimi olmayı kendinize yakıştıramadığınız içindir. Burada anılan sisteme içkin sorunların nasıl çözüleceği başka bir çabanın konusudur. Bizim çabamız bizi iyi yaşayabilmek için en azından eleştirel düşünür olmak zorunda bırakan sistemi tanımaktır. Aptal yerine konmamızla sonuçlanan güç dengelerinin, niyetlerin ve güdülenmelerin bilincinde olmaktır. Bu gerçeklere etkin olarak nasıl tepki vereceğiniz size kalmış. Farklı yolların yolcusu olabilsek de eleştirel düşünürler olarak ortak noktamız edilgen tarafta, yani işitme, görme ve okuma tarafında hata yapmamak olmalıdır.

 

Basın Parayı Nereden Kazanır?

“Kahvede oturan herkes para öder. Kahvede otursun ve konuşsun diye üstüne para alan tek kişi basındır.”

Basın parayı okuyucusundan kazanmaz. Bir site okurunun dediği gibi, bir şeye bedava sahip olabiliyorsanız ürün siz olabilirsiniz. Eğer okuyucuyu tüketici olarak tanımlayacaksak, basının tüketicisinden para kazanmama özelliğiyle çok özgün bir ticari etkinlik olduğunu söylemeliyiz. Basın, yaptığı veya yapıyor göründüğü işin değil, başka işin parasını kazanır. Böyle başka bir iş kolu biliyor musunuz? Basın, parayı ürünün veya hizmetin tüketicisi olan okurdan/izleyiciden değil, reklam verenden alır. Abonelik gibi sistemler kafanızı karıştırmasın. Parayla satılsa bile bütün medya ürünlerinin ana kazanç kaynağı reklamdır. Parayla abone olunan hizmetlerde, kablo televizyon sistemlerinde, maç yayınlayan kanallarda, büyük gazetelerin haber sitelerinde hiç reklam görmediğiniz gün bu genellemeyi gözden geçiririz. Basının kazandığı para, tüketicisi gibi görünen kalabalığa gösterilen reklamın karşılığıdır. Bir başka ifadeyle, reklam veren şirket veya kişi, basına “toplaşan şu kalabalığın benim mesajımı almasını sağla” diyerek ona para vermektedir. Hayır, okur “bana gerçekleri söyle” diyerek basına para vermemektedir! Öyleyse bu durumda gerçek tüketici okur değil, reklam veren olur. Bu durumda sunulan hizmet veya ürün tüketicinin kendisi olur. Yani ürün olan tüketicinin ilgisi ve dikkati, tüketici olan reklam verene pazarlanmaktadır.

Reklam verenle basın arasındaki ilişki artık reklam verenin içeriğe doğrudan karışması aşamasında çoktan gelmiştir.[4] Arçelik’te çalışan arkadaşımız Arçelik ürünlerinin öbürlerinden daha iyi olduğunu söylediğinde ne kadar yansız olabiliyorsa ve biz bunu ne kadar ciddiye alabiliyorsak, basını da en fazla o kadar güvenilir bulabiliriz. Çünkü bir basın şirketinin bize göre Arçelik’ten hiçbir farkı yoktur. Hatta Arçelik’le olan ilişkimiz daha saydamdır çünkü müşteri biziz. Arçelik en azından iki yıl garanti verir ama basın “hay Allah Ergenekon davası yalanmış” der ve siz yıllarca aptal yerine konduğunuzla kalırsınız. Gideceğiniz bir hakem heyeti de, mahkeme de yoktur. Adaleti kendi elinize almak isteseniz bile kimi döveceğiniz belli değildir.

Basının müşterisi bile değiliz. Bu düzeltmeyi yapmak önemlidir. Çünkü şirketler tüketicilerini memnun etmeye çalışırlar. Çünkü okur tüketici değilse basın ona hiçbir şey borçlu değildir. Ve çünkü okur tüketici değilse, kendisine sunulan malzemenin ne kadarının “reklam” olduğundan asla emin olamaz. Bir cümleyle aktarılabilen bu gerçek neye bedeldir, bir düşünün. Yeryüzünde şu yalın bilgiyi ömrü boyunca sindiremeyecek, inkar ederek yaşayıp ölecek yüz milyonlar var.

Burada reklam sözcüğüyle andığım şey bildiğimiz anlamda reklam olmak zorunda değil. Kalabalığın bakması, görmesi ve etkilenmesi istenen her türlü iletiyi kapsar. Bunun sınırı reklam verenin gönlünün, hayal gücünün ve parasının sınırıdır. Reklam yasaları yalnızca ticari reklamı düzenler. Ticari olmayan reklamların, yani örtülü veya açık düşünsel, duygusal, ideolojik ve dinsel mesajların para ile veya parasız yayınlatılmasını düzenleyen bir yasa yoktur. Bu durum basın şirketinin veya “bağışlarla” çalışan bir basın STK’sının ne ile ayakta kalabileceği konusunda ona denetlenemez bir olanak sağlar. Bağış parasını reklam parasından ayırt etmek pratik olarak olanaksızdır; dolayısıyla eleştirel okurun gözünde bu işlevsel bir ayrım da olmayacaktır.

 

Haber Basını

Kültür ortamımız son yüz yılda köklü olarak değişmiştir. Erişilebilir bilgi üstel bir hızda artmıştır. İnsanların ve düşüncenin hareketindeki hız da artınca modern toplumlar herkesin sürekli bir şeyler söyleyerek oradan oraya koşuşturduğu bir meydana benzetilebilir. Meydana ağırlığını koymak ve konuşulanı belirlemek isteyen basın bunun yolunu doğal olarak kısa cümleleri, sloganları, manşetleri bağırmakta bulmuştur. Uzun cümleleri, paragrafları çığıramazsınız. Bu durum basının kısalık, dikkat çekicilik, baktırma, şaşırtma, duyguya seslenme, bilinçaltı düzeye seslenme gibi konularda deneyim sahibi olmasıyla sonuçlanmıştır. Haber basınının hacmi sınırlıdır. Bu sınırlılık yüzünden içeriği sığdır. Manşetler iki, üç sözcüğü geçmez. Sayfalar da fazla olmadığı için sloganları çevirir dururlar. Hiçbir olayın, sorunun köküne kolay kolay inemez, geçmişini araştıramaz, ayrıntısını öğrenemez. Düzenli ve kısa aralıklarla tazeleme zorunluluğu, önemli de olsa önemsiz de olsa hiçbir haberi, hiçbir olguyu enine boyuna irdeleme fırsatı vermez. Çalışanların bilimsel arka planları yoktur, olamaz. Haber basını bilimi, derin bilgiyi, bilgeliği barındıramaz. Buna ne maddi olanakları, ne zamanı, ne parası yeter ne de öyle bir amaç güder. Bundan ötürü gazetecilerden özgün düşünürler ender çıkar. Muhalif görünen yayınların bile polis müdahalesi, sosyal mesafe, küresel ısınma gibi yanıltıcı terimleri kullanmaları bu yüzeysellikten dolayıdır; sözcüklerin soyağacına ve çağrışım kümelerine dikkat etmezler.

Anımsayalım; basın bir ticarettir ve “basın kuruluşları” sözcüğü bir aldatmacadır; doğrusu basın şirketleridir. Klima taktırdığınız tüccarlar kompresör teknolojisindeki son gelişmeleri, iklim değişikliğini, soğutucu sıvının sera gazı etkisini, yeni kuşağın termal konfor beklentisindeki değişimi ve ilgili mevzuatı sizinle oturup tartışmazlar. Klimanızı takar ve giderler. Basın bundan farklı değildir. Basının işi ticaret olduğu için güzel ve çekici kadınları, ağzı iyi laf yapan demagogları, kendine baktırmayı bilen soytarıları yorumcu, sunucu yaparlar. Her şirket gibi “ürünlerini” kolay tüketilir ve eğlenceli yapmaya çalışırlar, eğlenceyle haberin arasındaki sınırı sürekli bulandırırlar. Buna rağmen okurun kendilerini ciddiye alması gerektiğini bildikleri için küstah ve kibirlidirler. Takım elbise giyer, boylarından büyük işlere kalkışır, düzeni sorgulamak, tarihi yeniden yazmak, hükümetlere akıl vermek, halkı eğitmek gibi küstahça işlere soyunurlar.

Haber basınından beklenen hız, doğruluk beklentisiyle çelişir. Hem hızlı hem doğru haber olmaz. Çünkü çabuk verilen kararlar doğru olmaz. Bir lise öğrencisinden üniversite tercihlerini beş dakikada yapmasını beklemek ne kadar gerçekçi ve insaflıysa haber basınından doğruluk beklemek o kadar gerçekçidir. Veya ceza hakiminin ilk celsede karar vermesini beklemek gibi… Eleştirel okumayı öğretme iddiasında olan bütün kaynaklar bize ilk okuduğumuza inanmamamızı, yetkin bir kararın ancak yeterli veriye ulaştıktan sonra verilebileceğini, kimi zaman da en sağlıklısının herhangi bir yargıda bulunmayı ertelemek olduğunu öğretir. Beklemek, ertelemek, sabretmek… Bunlar haber şirketlerinde asla bulunmayan şeylerdir. Haber iş kolunun böyle değerleri, erdemleri yoktur. Milyonlarca kişi 11 Eylül’de gerçekte ne olduğunu yıllar sonra öğrendi. Yüz binlerce kişi 15 Temmuz’da gerçekte ne olduğunu yıllar sonra öğrenecek. ABD, Avrupa ve onların yerli işbirlikçisi hükümetler “Soyvet tehdidi” diye on yıllarca ensemizde boza pişirirken en büyük yardımcıları bu yalanı sabah akşam pompalayan ana akım basındı. Bir de savaşları, savaş öncesinde ve sırasında yapılan haberleri düşünün… ABD’nin Saddam hakkında düzdüğü yalanları Türklerin beynine kazıyan Türk basınıydı. Sovyetler çöküp de arşivler açılınca nükleer savaşın ve komünizm tehlikesinin aslında şişirilmiş korku senaryoları olduğu ortaya çıktığında, Irak’ta kitle imha silahları olmadığı ortaya çıktığında (ki olsa bile Irak’a yapılan tecavüzün gerekçesi olamaz), Ergenekon diye bir örgütün olmadığı ortaya çıktığında basın “tekzip” yayınlamadı, özür dilemedi ve bu kişiler mesleği bırakmadılar. Eğer basın şirketleri eylemlerinden insanlar gibi sorumlu tutuluyor olsaydı söyledikleri yalanlar nedeniyle cezalandırılmayan bir tane haber şirketi kalmazdı. Yirminci Yüzyıl’da savaş suçu işleyenler sözüm ona yargılanırken tek bir basın şirketi savaş hakkında yaptığı yalan veya yanlış haberler yüzünden yargılanmamıştır. Haber basını ülkelerin ve dünyanın yazgısını etkilemiş, yaptığı yanına kâr kalmıştır. Haber basınının salt varlığı, modern dünyada basın şirketlerinin ahlakın ve yasanın üstünde tutulduklarının kanıtıdır. Çünkü modernizm basını tanım olarak denetimden muaf kurgular. Denetimden muaf demek ahlaktan muaf demektir.

“Uzmanımız sorularınızı yanıtlıyor” diyerek doktoru /psikoloğu televizyona veya radyoya çıkarırlar. Arayan kişi “çocuğum içine kapalı kimseyle konuşmuyor” der, uzmanımız hemen teşhisi koyar. Adamın bürosuna veya muayenehanesine gitse yüzlerce soru soracak, belki “çocuğunu getir onunla da konuşmalıyım” diyecek. Ama televizyona veya radyoya çıkınca doktorlukla falcılık arasındaki derin vadi kapanıverir.

Gerçek bilgi kolayca aktarılamaz. Gerçek bilgi kısa sürede oluşmaz, ömürler boyunca derlenip biriktirilir. Bilim deseniz ömür boyu süren dirsek çürütmedir, insanın sırtını kamburlaştıran, yüzüne bardak dibi gözlükler ekleyen bir özveridir. Bilgelik dediğiniz çarşıda satılmaz, madde karşılığı yoktur. Bu yüzden periyodik basında bunların üçü de bulunmaz. Haber basını bilgiyi, bilimi, bilgeliği barındırmaz, kapısından içeri sokmaz, buna gücü yetmez. Nesnelliğe, sabit gerçeğe ulaşmak haber basınına daha çok para kazandırmayacağı için böyle bir derdi yoktur.

 

Basına Karşı Evrimsel Savunmasızlığımız

Işığın insan psikolojisinde belli ki güçlü bir etkisi var. Gece ateşin başında oturup öyküler anlatan bir toplulukta gözlerin sık sık ateşe çevrilmesi ilginçtir. Bir monitöre bakan kişinin göz kırpmayı bırakması ve dikkatini dağıtmanın zor olması hem bilinç düzeyinde, hem otonom bedensel işlevler düzeyinde parlak ışıkların güçlü etkisini gösterir. Görece parlak yüzeylere bakmak isteğimiz kertenkele beynimizden, evrimsel geçmişimize gömülü bir eğilimden kaynaklanıyor olabilir. Eskiden ateş başında konuşarak geçirilen zamanın yerini evde herkesin televizyona bakarak geçirdiği zaman almıştır. Bu kez ses tanıdık birinden değil, ışığın ortasından, ateşin içinde konuşan bir yabancıdan gelmektedir. Televizyonun bulunduğu odaların televizyonun çevresinde döşenmesi, modern insanın tanıyıp güvendiği gerçek kişiler yerine ateşin içinde konuşan yabancıya kendini nasıl teslim ettiğinin belirtisidir. Ateşin başında öyküler anlatan dedeler para istemiyordu veya reklam almıyordu. Onlar zaten o yakın çevrede yaşayan, sözlerinin geçerlilik ruhsatını toplumsal işbirliğine katılarak elde etmiş kişilerdi. Televizyondaki kişi ise tam bir yabancıdır. Para ister. Doğru söyleme kaygısından özgürleşmiştir. İzleyicinin onu gerçek bir kişi saymasını gerektirecek hiçbir şey yoktur.[5]

Bu durum görüntülü ve sesli olmayan, yani yazılı basın için kısmen doğrudur. Tanımadığımız yazarlar veya her kimseler her gün belli şirket logoları altında, yani gazete veya site etiketleri altında karşımıza çıkarlar. Aslında sabit olan tek şey etiketlerdir. Etiketlerin altındaki kişiler tıpkı televizyon sunucuları gibi değişirler. Yıllardır takip ettiğimiz birkaç köşe yazarı dışında basında hiç kimseyi “ben şu kişiyi takip ediyorum” bilinciyle izlemeyiz. Bu kişileri tanımadığımız için bu kişilerle aramızda bir güven ilişkisi oluşmamıştır. “Hürriyet okumanın” hiçbir anlamı yoktur çünkü o yalnızca sürekli değişen ve bize bütünüyle yabancı kişilerin altını doldurduğu bir etikettir. Arçelik’in “kim” olduğunu bilmediğimiz gibi Hürriyet’in de kim olduğunu bilmemizin gerekmediği bize öğretilmiştir. Ama Arçelik’in bizi aldatması en fazla paramıza mal olurken, Hürriyet’in bizi aldatması ölümcül olabilir. Hürriyet hisselerinin bir bölümü yeni bir kişinin eline geçtiğinde kafamızdaki “Hürriyet” kişiliğini güncellememiz gerekir çünkü o artık farklı bir kişidir. Ama bunu yapacak olanaktan da, bilişsel altyapıdan da yoksunuz. Buna rağmen bizim dilimizi konuştukları, dahası insana benzer davranış gösterdikleri için basını (buna interneti ve sosyal medyayı da kattığımı bir kez daha hatırlatayım) toplumun gerçek bir parçası yerine koymaya alıştırıldık. Oysa gerçek kişiler için çoğu zaman otomatik olarak, istemsiz olarak yaptığımız güvenilir-güvenilmez ayrımını basın için yapamayız. Yapmamayı öğrendik; yapsak da bu çaba öncelikle etiketlerden kurtulmayı gerektirir.

Bu mekanizmaların sonucunda yalnızca görüntülerden, sözlerden veya imalardan oluşan bir sanal gerçeklik ortamı olan basını insanlar topluluğu sanırız. Çoğunlukla bilinçaltı düzeyde basını, özellikle videoları insan yerine koyarız. Örneğin şu anda benim günler, belki yıllar önce yazdığım bir yazıyı okuyor ve sözlerimi ben karşınızdaymışım gibi algılıyorsunuz. Oysa değilim. Diyelim bu siteden ayrılıp gittiniz, başka bir sitede buradakine benzer sözler okudunuz, sonuç ne olur? “Başkası da aynı şeyleri söylüyor” diye düşünürsünüz ve buradaki veri zihninizde daha güçlü bir yere gelir. Bunu bilinçsiz olarak, otomatik olarak yaparsınız. Gerçekte o başka sitenin de yazarı ben olabilirim ve siz asla bunu öğrenemeyebilirsiniz. Üstelik ben sizi aldatmak için gerçekdışı şeyler yazıyor olabilirim ama benimle yüz yüze görüşmediğiniz için bunun doğal işaretlerini alamaz, sezemezsiniz. İşte basın şirketleri, çoğul olarak benzer şeyleri yapıp söylemeye, göstermeye başladığında, sistemlerimiz bunları birer kişiymiş gibi algılamaya hazır olduğu için “çevremizdekilerin bu konularda uzlaşmış oldukları” izlenimine kapılırız. Bu etki özellikle görüntülü basında (televizyon kanalları ve video ağırlıklı haber siteleri) çok daha güçlüdür. Çünkü yeri gelir şirketler yüzü, sesi olan insan biçimlerine bürünerek karşımıza çıkar. Bir dokunma duyusu, bir de koku duyusu eksiktir yalnızca. Çevremizdeki kalabalığın bir parçasıymış gibi algıladığımız bu sanal yüzlere ayırdığımız vakit, gerçek yüzlere ayıracağımız vakitten çalınmıştır aslında. İşte bu çok tehlikeli bir düşüş sarmalının başlangıcı olabilir çünkü bu durumda gerçekliği gerçekten yakınımızda, çevremizde olan, yaşamı paylaştığımız kişilere değil, kim olduğunu ve nerede olduğunu bile bilmediğimiz sanal “kişilere” bakarak algılar duruma geliriz. Bu hem bağımlılık anlamında, hem de bağımlı olduğumuz şeye karşı savunmasızlık anlamında müthiş bir kırılganlıktır.

Bunu aşabilmek için sanal kişiler ve gerçek kişiler olmak üzere iki ayrı belleğimizin bulunması gerekirdi. Ancak sanal kişiler insanlığın ömrüyle karşılaştırıldığında çok yeni bir şey olduğu için sanal kişileri ayırt edip ayrı bir bellek olarak sınıflayabilecek zihin yapımız evrimsel süreçte gelişmemiştir. Modern zamanlarda ellerimizle yapmaya başladığımız kimi iş de çok yeni olduğu için elimizin yapısına uygun değildir. Buna rağmen elimizi kullanabilmek için eldiven kullanırız. Zihin yapımıza uygun olmayan sanal kişiler için de eldiven gibi bir şey kullanmamız gerekir. Böyle hazır bir ürün yok ancak iş güvenliği kurallarını öğrendiğimiz gibi düşünme kurallarını öğrenmemiz ve temel “güvenlik” bilgileriyle donanmamız gerekiyor.

Basını ve medyayı çevremizdeki kişilerden biri veya birçoğu sanmanın getirdiği yapay etki şudur: Normal olarak insanlar çevrelerine uyum sağlamak üzere evrilmişlerdir. Gerçeklik olarak algıladığımız şey, duyu organlarımızın belleğimize yığdığı veri değildir. Bu veriler ancak çevremizdeki insanların onayından geçtikten sonra gerçeklik değeri kazanır ve belleğe gerçeğin parçaları olarak yerleşir. Örneğin dostunuzun kucağında gördüğünüz bebeğin onun çocuğu olduğu bilgisi pek çok ortak tanıdığınız tarafından doğrulanıp onaylandığında zihninize iyice yerleşir. Eğer çevredeki kişilerden en az birisi bu konuda sizde bir kuşku yaratırsa bu bilgi bir belirsizlik olarak kaydedilecektir. Örneğe takılmayın. Her gün akşama kadar binlerce kez bu mekanizma işler ve gerçeklik algımız sürekli olarak tazelenir, onaylanır, ufak veya büyük düzeltmelerle güncellenir. Farkına bile varmadığımız bir süreçtir. Tanınmış bellek araştırmacısı Elizabeth Loftus, deneklere bir araba videosu gösteriyor ve sonra arabanın binanın yanından geçerkenki hızını soruyor. Videoda bina olmamasına rağmen deneklerden önemli bir bölümü bir bina gördüğünü “anımsıyor” ve soruya yanıt veriyor. Bir kaza videosunda direksiyondaki sarışın sürücüyle ilgili sorular soruyor. Deneklerden önemli bir bölümü videoyu ikinci kez izlediğinde sürücünün esmer olduğuna inanmakta güçlük çekiyor çünkü soru, onların belleğindeki resmi gerçekten değiştirmiş oluyor.[6] Aynı etki ünlü Asch deneylerinde de gözleniyor.[7] Yine bir başka deneyde kişisel görsel algının çevredeki topluluğun yorumuna göre biçimlenmesinin psikolojik bile değil, fizyolojik düzeyde olabileceği bulgusu elde ediliyor.[8] Kendi yaşamlarımızdaki tanıklığımızla doğrulayabileceğimiz bu deneyler insanların doğuştan arızalı veya hatalı tasarım olduklarını falan göstermiyor. Bu deneyler insanların kişisel algısının tek başına fazla bir değeri olmadığını ve ancak topluluk içinde doğrulandığında gerçekliğe dönüştüğünü gösteriyor. Bu deneyler özellikle bu mekanizmayı kötüye kullanmak veya şaşırtmak üzere tasarlanmış olduğu için mekanizmayı yalıtarak varlığını saptayabiliyor.

Konumuz bağlamında bu bilimsel bulgunun anlamına gelelim. Deney ortamında aklı başında insanlar aptal gibi davranmaya zorlanabiliyorsa aynı bilimsel bulguları yaşamın ta ortasında kullanarak yığınlar aptal gibi davranmaya zorlanamaz mı?

Çevremizdeki insanları belli bir ölçüde biz seçeriz. Kişileri güvenilir ve güvenilmez olarak belleğimizde işaretleriz ve bu bilgiyi sürekli, bu kişilerle küçük veya büyük ilişkimizi sürdürdükçe güncelleriz. Bu da kendiliğinden yürüyen ve çoğu zaman bilinç düzeyine çıkmayan bir mekanizmadır. Kimi zaman dedikodu olarak da adlandırılan o anda ortamda bulunmayan kişilerle ilgili konuşma işine bolca zaman ayırmamız, kişilerle ilgili yeni bulguları paylaşma gereğinden doğar. Başka türlü anlatırsak, kişilerle ilgili küçük büyük pek çok şeyi paylaşan toplumlar paylaşmayan toplumların arasından seçildiler. Bu anlamda ketumluk geni doğal seçilim yoluyla gen havuzundan silindi. Çünkü insanlar tilki gibi yalnız başlarına beslenemezler, karıncalar veya arılar gibi sağ kalmak için bir topluluğun üyesi olmaya muhtaçtırlar. Topluluğun üyeleri içinde güvenilmez olanları ayıklayabilme yetisi bu yüzden yaşamsaldır. Basın şirketlerini veya basının bize dönük olan yüzlerini kişiler yerine koyma eğilimini denetim altına almadığımızda, toplum olarak tanımladığımız ve algıladığımız gerçekliği biçimlendiren dev veri yığınına gerçek kişi olmayan, toplum olmayan parazitler, sanallıklar, sahtelikler karışır. Eğer bu sanal veri, gerçek kişilerden gelen verilerle uyuşuyorsa bunda bir sorun yok. Ama biliyoruz ki basın şirketleri para ve para aracılığıyla varılacak olan hedefler için var. Oysa çevremizdeki insanların güvenilir olanlarını asla paraya göre seçmeyiz. Tersine, ahlaki özelliklere göre, kişilik özelliklerine göre seçeriz. Bu, sistemdeki birinci uyumsuzluktur. Yani basına dikkatimizi vererek önceden hiçbir güvenilirlik özelliği göstermemiş olan sanal kişileri dostumuz, komşumuz olarak seçmiş oluruz. İkinci uyumsuzluk da şudur: Basının bize dönük olan yüzlerini gerçek kişilerle ilgili güvenilirlik bilgisini izlediğimiz gibi izlemeyiz. Tuhaf davranan, güven vermeyen, güvenilmez olarak işaretlememiz gereken kişileri yüzlerinden ve adlarından biliriz ama basının bize dönük olan yüzleri arkasındaki güvenilir ve güvenilmez kişileri bilmeyiz, görmeyiz. “Hürriyet böyle yazdı” deriz, oysa onu yazan Anıl Demir’dir örneğin. Bu kişi başka bir şirkete gittiğinde arkasından onu izlemeyiz; karşımızda yine “Hürriyet” vardır. Basında bize dönük olan sahneyi, dekoru, oyun perdesini değil de arkasındaki gerçek kişileri izlemeye kalkarsak buna güç yetirmek olanaksız gibi bir şeydir çünkü çok özel ve yorucu bir çaba gerektirir. Modern toplumlarda özel ve yorucu bazı işleri toplum adına yapan özelleşmiş kamu kurumları ve sivil örgütler bulunur. Ama bu söylediğim işi üstlenmiş bir örgüt hiçbir toplumda ortaya çıkmamıştır. Ayrıca çoğu kez haberlerin başında “falanca haber ajansı” veya “filanca haber merkezi” yazar, gerçek kişiyle ilgili bilgi doğrudan verilmez. Ayrıca belleğimizde tutabileceğimiz kişi sayısının da bir sınırı vardır.[9] Kısacası var olan toplumsal örgütlenmede basına gerçek kişi muamelesi yapmamız olanaksızdır. Ne var ki otomatik zihinsel sistemlerimiz basınla karşılaştığımız her an gerçek bir kişiyle karşılaşmışız gibi tepki vermek üzere yontulmuştur. Eleştirel düşünme zaten kendiliğinden akıp giden sistemlere kapılmamak, düşünce akışımıza dışarıdan bakabilmek ve onu olabildiğince denetim altına alabilmek çabası değil miydi? İşte bu enerjiyi harcamamız ve basın şirketlerinin “yüzüne” çok temkinli, çok kontrollü bakmamız gerekiyor. Son yüz yılda ve özellikle son yıllarda ülkemizde ve dünyada yaşanmış kötü örnekleri de hesaba kattığımızda basın denen “kişinin” çoğunlukla, ezici çoğunlukla güvenilmez bir kişi olduğunu ve bu haklı nedenlerle belleğimize bir “dost” olarak değil “yalancı çoban” olarak yazılmayı hak ettiğini tarafsız bir tutumla itiraf etmemiz gerekiyor. Ben bu noktada “paranoyak” olmaktan çekinmiyorum ve bu karmaşık dünyada ayağını yere sağlam basma ediminin yoğun bir çaba gerektiğinden hareketle bir ruhsal bozukluk durumu olarak değil, bir güven durumu olarak “paranoyak” olmayı tavsiye ediyorum; “paranoyak” kişilere güveniyorum. Daha uygun bir sözcük bulamadığım için… Bu anlamda paranoya kişiyi gerçeklerden uzaklaştıran bir rahatsızlık değil, tersine, somut gerçeklerle sınırlı kalma seçimi oluyor. İnsanlara elbette güvenin. Ama yakınınızdaki, yüzünü gördüğünüz, iyi bildiğiniz, gerçek anlamda tanıdığınız kişilere güvenin. Ekranların, sayfaların arkasındakilere değil. Hele hele şirket logolarının arkasındakilere hiç değil. Eğer yakınınızda güvenilir yeterince kişi olmadığını fark ediyorsanız bu ciddi bir sorundur ama bunun ilacı veya ikamesi basın kesinlikle değildir. Yakınınızdaki kanlı canlı kişiler size güvendiklerinden çok sanal kişilere güvenmeyi seçiyorlarsa siz de onlara güvenemiyorsunuz. Herkesin bankaya borçlu olduğu bir ortamda borç alacak kimseyi bulamayıp zorunlu olarak bankadan borç almanıza benziyor bu durum. Kendini besleyen bir kısır döngü… Herkesin sanal kişilere güvenmeyi seçtiği bir ortamda güvenecek gerçek kişi bulmakta zorlanmanız normaldir. Ama bu durum sürü psikolojisiyle davranıp sizin de sanal kişilere güvenmenizi gerektirmiyor.

Son olarak bu tanınmazlık durumunun basındaki yanlılığı görünmez hale getireceğine değineyim. Bir başka deyişle, izlediğiniz bir gazetenin, kanalın veya internet haber kaynağının veya bir sosyal medya profilinin yanlılığını saptamamız zordur. Çünkü bu kişilerin geçmişleri, ilişkileri ve güdülenmeleri bize saydam değildir. Diyelim ki Yeni Şafak’ın yayınında AKP yanlılığı ve muhafazakarlık görünebilir veya Okan Bayülgen’in sosyal medya hesabı muhalif ve liberal görünebilir ama bu durum onların her konudaki tutumunu belirlemeyebilir. Yani bu kişilerin neye nasıl tepki vereceklerini her zaman öngöremeyiz, edimlerinin arkasındaki güdülenmeyi yanlılık veya yakınlık terimleriyle her zaman açıklayamayız. Çünkü bu kişileri tanımıyoruz; bu kadar basit. Pek çok kişinin basın kaynaklarındaki yanlılığı varsayması ve bu varsayımda hata yapması nedeniyle bu kişilerin sağ gösterip sol vurmaları, halkı ters köşeye yatırmaları son derece elverişli kılar. Bu konuya ileride döneceğim.

 

Basın Hiyerarşiktir

Seçkin basın veya elit medya denen bir üst katman bulunur. Hürriyet, Cumhuriyet gibi gazeteler kısmen böyle sayılabilirse de Türkiye’de bu katman belirsizdir veya yoktur. Bir zamanlar Milliyet gazetesinin sahibinin Radikal, Sabah’ın sahibinin Yeni Yüzyıl gazetelerini çıkarırken düşündükleri şey bunu yaratmaktı. ABD’nin New York Times’ı veya Washington Post’u olacak bir gazete. Eğitim, para ve güç olarak piramidin tepesindekilere seslenecek, bir doğrulama ölçütü olarak cilalanıp parlatılacak gazeteler. Politikacılar, büyük şirket yöneticileri, öğreticiler (akademisyenler, yayın editörleri, STK önderleri) her şeyden çok bunlara bakarlar. Öbür gazetelerin ardından koştuğu, onlara yön belirleyecek ortamlardır bunlar. Hani moda dünyası bir avuç Fransız ve İtalyan tasarımcıya bakar ve onları taklit eder ya, işte basın dünyası bundan farksızdır. Modern kadınların ne giyeceklerine bir kaç kişi karar verir bu dünyada. Yüzlerce, binlerce terzi, atölye ve fabrika koyun sürüsü gibi onların kavalını dinler. Basın, üniversite ve politika da böyledir modern dünyada. Yerellik ezilip geçilmiştir. Bir yandan bireycilik öne çıkarılıyor gibi yapılıp “farklılıklar zenginliğimiz” masalları anlatılır, bir yandan da bütün kültürel, düşünsel, tarihsel ve hatta ekolojik farklılıkları yok eden piramit sistemleri yerleştirilir.

Görünürde muhalif de olsa hemen her gazetenin spor sayfasının olması haber basınının özgür olmayan ve hiyerarşik yapısını gösteren bir ipucudur. Kendini muhalif olarak satan gazeteler bile bunu yapar. Futbolun toplumsal uyuşturucu olduğunu söyledikten sonra futbola yer ayırırlar. Her haber basını şirketi sizin “sporla” ilgilenmeniz gerektiği konusunda artık ne zaman uzlaştılarsa… Spor sayfası yalnızca bir örnektir. Haber sitelerini ve gazeteleri incelerseniz hemen bütün içerik sınıflandırmasının, haber hazırlama yönteminin, yönetim biçiminin, “iletişim” biçiminin, görüntüsünün aynı olduğunu görürsünüz. Politik yorumlarıyla bilinen dilbilimci Noam Chomsky, bir konuşmasında şöyle diyor: “Associated Press ajansını izlediğim yıllarda her gün öğleyin ‘Editörler dikkat: New York Times’ın ön sayfasındaki haberler şunlar’ bildirisi olurdu. Yerel bir gazetenin editörü iseniz ve haberleri bilmiyorsanız oradan öğrenirdiniz.”[10] Türkiye’de köşe yazarları öbür köşe yazarlarının yazılarını okumadan kendilerinkini yazmadıklarını birkaç kez itiraf etmişlerdir. Posta gazetesi “Hillary Clinton ABD’nin yeni başkanı” manşetini attıktan sonra özür dilerken “sandıklar, yorumcular, uzmanlar…” diye mazeret bildirmişti. İşte o “yorumcular, uzmanlar” dediği şey Posta editörünün dinlediği kaval, yani basın-yayın piramidinin tepesi olur. New York Times, Washington Post, Times, Guardian, CNN, Fox, CNBC, BBC, Bloomberg, Reuters, AP vs. olur. Çobanların çobanıdır bunlar. Hiyerarşide alt basamaktaki çobanlara sürüyü nasıl güdeceklerini söylerler. Her çoban onlardan duyduğu melodiyi kendi koyunlarına çalar. Yalnızca AP ajansı on bine yakın çobana haber üretir.

Yaptığım benzetme incitmek için değil, gerçeği yalınlaştırmak içindir. Basının kişilerle olan diyaloğu, bir çobanın koyunlarıyla olan diyaloğu kadardır. Bunlar birer şirket olduğu için tek tek kişilerle değil, öbür şirketlerle, hükümetlerle ve örgütlerle iletişim durumundadır. Kişilerle yürütülen bir iletİŞim yoktur, salt iletim vardır. İletilecek olan mesaja çoğu zaman saydığım örgütler karar verir. Teker teker okurların basını yönlendirme potansiyeli, biletli seyircinin sinemada izlemekte olduğu filmi yönlendirme potansiyeli kadardır. Tüketici ürünleri üreten ve tekel olmayan bir şirketi tüketicilerin yönlendirme gücü kısmen de olsa vardır. Basında bu kadarı da yoktur çünkü gösterdiğim üzere basının “tüketicisi” okur değildir.

Bunların abartılı veya sert sözcükler olduğuna inanma isteğinizin nedeni bu çerçevenin dışına çıkabilen bir basın gücüne neredeyse hiç rastlamıyor oluşumuzdur. Basın özeleştiri yetisine sahip değildir. Kâr eden bir şirketin kendini eleştirmesi diye bir şey söz konusu değildir. Olsa bile kesinlikle dışarıya kapalıdır. Bunlar ancak hükümetle araları bozulduğunda “sansür, özgürlük” çığlıkları atarlar. Okurlar da sansürün ve baskının ancak hükümetten gelen bir şey olduğunu, basının kendi haline bırakıldığında “düşünce özgürlüğüne” hizmet ettiğini sanırlar. Hayvan Çiftliği romanını okur ama hiç ders çıkarmazlar. Basın şirketinin kendine uyguladığı sansür ve öbür şirketlerin basına uyguladığı sansür haber konusu olmayacağı için kamuoyu bunlardan habersizdir. Böyle böyle koşullandırılmış kişiler için evet, bunlar abartılı ve sert sözcükler olabilir. Oysa bu, basına güvenmiş toplumlarda dile getirilmeyen, konuşulmayan yalın gerçekliktir. Bu gerçekliğin daha berrak bir resmini çizebilmek için uygarlığın ve insan toplumlarının yapısını uzun uzun irdelememiz gerekebilir.

 

[1] Obskürantizm: Egemen güçlerin kendi hoş görmediği kavramlara, kişilere, topluluklara ilişkin toplumun bilgi erişimini sistematik olarak kısıtlama çabası; “bilmesinlercilik” (A.Alatlı). Sümer ve Mısır rahiplerinin, hahamların, papazların binyıllardır yapageldikleri. Masonluğun ve benzer içrek yapılanmaların yapageldikleri (Eleştireldüşün).

[2] http://www.alevalatli.com.tr/makale.asp?s=detaym&ID=19 sayfasından 2014 yılında arşivlenmiştir.

[3] Politikacı yalancılığının bolca şakası yapılmasına rağmen çoğunluk politikacılara güvenir. Bu güven hemen yakın zamanda Covid-19 düzmecesinde ortaya çıkmıştır. Yalancı çoban olarak fıkralara giren politikacı tiplemesi basını, basın da bilimadamını kaynak göstererek güvenilir olduğu izlenimi vermiştir. Oysa bilimadamının bilgi kaynağı da basının ta kendisidir. Elbette bilimsel altyapısı bilimsel yayınlardan gelir ama salgının nasıl ortaya çıktığı, kimin hangi aşıyı geliştirdiği, hangi ülkede kaç hasta olduğu gibi bilgileri yani kararlarına dayanak yaptığı bilgiyi yine basından alır. Hükümet basını sansürler. Bu üçü böyle çember olup birbirlerini doğrulayıp dururlar. Anketlerde politikacıya güvenmediğini söyleyen o dörtte üçün onda dokuzu emin olun ki politikacıya güvenir. Zaten bu üçünün sık sık birbirini yalanladığı bir ortamın sürekliliği olmazdı.

[4] Piramidin tepesindeki örnekleri için David Cromwell, Guardians of Power: The Myth Of the Liberal Media, 2006, s.7. Türkiye’deki örnekleri için ‘reklam ambargosu’ aratarak başlayabilirsiniz.

[5] Nitekim bilgisayar grafikleri gerçek kişileri inandırıcı biçimde kopya edebilecek düzeye gelmiştir. Sanal kişiler filmlerde çoktan oynama başladı. Bunların haber sunarken veya söyleşi programı sunarken görmemiz zaman meselesi.

[6] Loftus, Elizabeth. (1980). Memory: Surprising new insights into how we remember and why we forget. Reading, MA: Addison Wesley, pp 45-49; Loftus, Elizabeth. (1992). “When a lie becomes memory’s truth: Memory distortion after exposure to misinformation.” Current Directions in Psychological Science, August, pp 121-123; Loftus, Elizabeth F. (1997). “Creating false memories.” Scientific American, September, pp 70-75; Roediger, Henry L. (1996).

[7] Asch, S. E. (1951). Effects of group pressure upon the modification and distortion of judgment. In H. Guetzkow (ed.) Groups, leadership and men, 177-190. Benzer bulgular için ayrıca bkz. Deutsch, M., & Gerard, H. B. (1955). A study of normative and informational social influences upon individual judgment. The Journal of Abnormal and Social Psychology, 51(3), 629–636. https://doi.org/10.1037/h0046408 Sherif’in benzer bulguları için bkz. http://psychclassics.yorku.ca/Sherif/chap7.htm

[8] Faucheux, C. & S. Moscovici. “Le style de comportement d’une minorité et son influence sur les résponses d’une majorité.” Bulletin du Centre d”Études et Recherches Psychologiques, 16, pp 337-360; Moscovici, S., E. Lage, & M. Naffrechoux. “Influence of a consistent minority on the responses of a majority in a color perception task.” Sociometry, 32, pp 365-380; Moscovici, S. & B. Personnaz. (1980). “Studies in social influence, Part V: Minority influence and conversion behavior in a perceptual task.” Journal of Experimental Social Psychology, 16, pp 270-282; Raven, Bertram H. & Jeffrey Z. Rubin. Social Psychology, pp 584-585.

[9] Dunbar sayısı olarak bilinir; 150 dolayındadır. Ayrıca tek tek kişilerle yakınlık kurup yardımlaşma eğilimi, sayısız kalabalıklarla yardımlaşmak eğiliminden daha güçlüdür. Konuyla ilgili olarak Dan Ariely’nin Akıldışının Mantığı kitabında “Kimliği Belirsiz Kurban Etkisi” bölümüne bakabilirsiniz. İnsan zihni, karşısında yüzünü gördüğü kişilerle yakınlık kuracak biçimde evrilmiş. Basındaki görseller veya sözlerle oluşturulan “görüntüler” kişileri eti kemiğiyle karşımızda görmüş gibi etki yapabiliyor. Bu tıpkı insanlara güvenmek veya yalana kanmak gibi doğal bir özelliğimiz. Kesinlikle bir arıza veya “tasarım hatası” değil ama basının ve kötü insanların bu özelliğimizi kötüye kullandıklarının bilincinde olmamız gerekiyor. Binlerce, milyonlarca kişinin yaşamını cehenneme çeviren felaketlere kayıtsız kalan ama “kalbi delik olan küçük bilmem kimin ameliyatı” için para toplayan gazete ve televizyonları anımsayın. Üçüncü dünya ülkelerinde politik kaos ve çatışma nedeniyle on binlerce erkeğin yaşamı cehenneme dönmesine veya yok olmasına rağmen kağıt üzerinde ilgi uyandırmayan birer istatistik olarak kalırlarken, Malala Yusufzay, Farkhunda, Betty Mahmudi, Özgecan Aslan gibi kanlı canlı ama tekil örneklerle temsil edilen çileli birkaç kadının ne kadar daha büyük acıma duyguları uyandırdığının farkına varın. Anne Frank örneğini hâlâ ısıtıp ısıtıp önümüze koyanlar insan doğasını istismar etmeyi iyi bilenlerdir. Güzel yüzlü bir kız çocuğu imgesi, modern insanın acıma duygusunu sömürmede binlerce masum maktulü sıralayan listelerden daha başarılı araçlar olagelmiştir.

[10] Z Media Institute’da bir konuşmadan. Kaynak: What Makes Mainstream Media Mainstream, Russ Kick, You Are Being Lied To, 2001, s.20.

Basın 1: Basının Temel Nitelikleri” için 3 yorum

  1. Geçenlerde Habertürk kanalında “annesinin karne hediyesi olarak et aldığı çocuk” haberi yapıldı. Tabi sonrasında “yazık vatanıma, düştüğümüz hale bak” duyarları kasıldı. Ardından Habertürk kadın muhabiri kovdu. Bu kovulma olayı tepki çekmesin diye olsa gerek, kanal daha sonra haber görüntüsünün montajsız ham halini yayınladı. Görüntüde muhabirin çocuğu yönlendirdiği net bir şekilde anlaşılıyor.

    youtube.com/watch?v=HK0esfzfBCE

    Habertürk yönetimi istemeden de olsa basının algı tekniklerinden birini ifşa etmiş oldu: “Montaj” Bugüne kadar gerek sokaktaki insanlar, gerekse ünlü kişiler olsun, yapılan sayısız röportajın bu şekilde ham görüntülerine ulaşsak, kim bilir algılarımız nasıl değişecek.

    Acaba Habertürk yöneticileri hükümet aleyhine olsaydı bu ham görüntüleri paylaşıp muhabiri kovar mıydı?

    Beğen

  2. Bu videoda bakın muhabir çocuğu yönlendirmiş biz de onu kovduk.aha da hamı burada ,nasıl da gerçeği ortaya çıkaran habercileriz diyorlar ya aşağıdaki linkte komiklik olsun diye hazırladıkları çekim hatalarını gösteren videoda da kendilerini ele veriyorlar.bizler de hahah hihihh ne kadar komik diye izliyoruz.

    youtube.com/watch?v=CzMXiY2CAZQ
    1:27 “Bazen söylediklerine önce kendileri inandılar bazen de inandırdılar”
    4:50 “ne dedik abi ben konuşmaya başlayınca geleceksin.ne yapması gerektiğini söyleyen muhabir ne söylemesi gerektiğini de söyleyecektir.

    Atılan başlıklarında yönlendirme olduğunu buradan çıkabiliriz sanırım.

    Beğen

    1. Röportajlarda verilen hayret verici yanıtlar, canlı yayında çıkarılan rezaletler, anketler, seçimler, cinayetler, savaşlar… Ah bir bilseler her gün ne kadar çok tiyatro izlediklerini.

      Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s