Richard Dawkins’in Tanrı Yanılgısı Kitabından Safsata Örnekleri
Ülkemizde de çok okunan, bir sürü baskı yapan, okul kütüphanelerine bile giren bu kitapta bolca çarpıtma, safsata ve dezenformasyon var. Yararlı bir okuma olabilir ama her kitapta olduğu gibi, eleştirel okunduğunda. Burada kısaca alıntılamaya uygun olan safsatalardan ve kasıtlı yanıltmacalardan bir kaçını sunacağım.
“[Hauser’in deneyi:] En basit hikâyede, Denise isimli bir kişi makas kontrolünü sağlayan bir kolun başında hazırda beklemekte ve trenin yönünü değiştirebilecek konumda bulunmaktadır. Trenin yönünü değiştirdiğinde demiryolunun biraz ilerisinde, rayların üzerinde tuzağa düşmüş beş kişinin hayatını kurtarabilecektir. Ne yazık ki emin bölgede de (trenin yönü değiştiğinde gideceği bölge, yan yol) tuzağa düşmüş bir kişi vardır. Ancak burada yalnızca bir kişi vardır ve ana hatta tuzağa düşmüş beş kişi sayıca fazladır. Çoğu kişi Denise’in eğer zorunlu değilse bile kolu çekmesinin ve bu tek başına tuzağa düşmüş tek kişiyi gözden çıkararak diğer beş kişiyi kurtarmasının ahlaken hoş görülebilir olduğunda karar kılar. Bu test sırasında, bu tek adamın Beethoven ya da Denise’in yakın bir arkadaşı olması gibi kuramsal olasılıklara aldırış etmiyoruz. Bu felsefe deneyinin titiz detaylarında, insanı gittikçe daha da kızdıran bir ahlak bilmecesi silsilesi vardır. Eğer demiryoluna biraz ilerideki bir köprüden aşağı ağır bir engel atarak tren durdurulabiliyorsa ne olur? Yanıt basit: elbette bu ağır engeli atmalıyız. Ancak ya eldeki tek ağır engel köprünün trabzanlarında oturmuş gün batımını seyreden şişman bir adamsa? Hemen herkes bu adamı köprüden atmanın ahlak dışı bir davranış olduğunu onaylar; bu ikilem, Denise’nin kolu çekip, bir kişinin hayatıyla beş kişiyi kurtarma ikilemine çok benziyor olsa da. Çoğumuz ayrıntılarıyla ifade edemesek de bu iki durum arasında yaşamsal önemi olan bir fark olduğunu sezeriz. Şişman adamı köprüden itmek, Hauser’in düşündüğü başka bir ikilemi akla getirir. Bir hastanedeki beş hasta ölmek üzeredir, her birinin farklı bir organı tükenmiştir. Eğer tüm bu beş tükenmiş organın yerine kendi organlarını verebilecek tek bir donör bulunabilirse bu hastaların hayatı kurtulacaktır ancak gönüllü donör olmak isteyen birisi çıkmaz. Sonra, cerrah bekleme odasında oturan sağlıklı bir adamı farkeder ki bu adamın gerekli beş organı da düzenli çalışmakta ve transplantasyon için uygundur. Bu durumda, hasta beş insanı kurtarmak için bu sağlıklı adamı öldürmenin ahlaklı bir davranış olduğunu söylemeye hazır hiç kimse bulunamamıştır. Köprüdeki şişman adamda olduğu gibi, topluca paylaştığımız fikir masum sağlıklı adamın birden bire kötü bir durumun içine atılmaması ve bedeni izni olmadan diğerlerinin sağlığı için kullanılmamasıdır.
[…]
Hauser kuramsal karakterler Ned ve Oscar’ın karşı karşıya kaldığı kuramsal ikilemleri karşılaştırır. Treni emin bölgeye yönlendirebilen Denise’nin çekeceği kolun aksine, Ned’in çekeceği kolun görevi, treni emin bir bölgeye yönlendirmenin ardından, tren tuzağa düşmüş beş kişiye yaklaşır yaklaşmaz tekrar ana patikaya yöneltmesidir. Bu ikilemde yalnızca kolu çekip trenin yolunu değiştirmek yeterli olmayacaktır: tren tekrar ana patikaya çıktığında ister istemez bu beş kişiye çarpacaktır. Ancak, tesadüfe bakın ki, tali patikada treni durdurabilecek kadar ağır bir adam oturmaktadır. Ned kolu çekip, trenin yönünü değiştirmeli midir? Burada çoğunluğun yanıtı, hayır yapmamalıdır.
[…]
Tıpkı Hauser ve Hauser’in denekleri gibi, Oscar’ın kolu çekme izni olduğu, Ned’inse olmadığını hissederim. Ama aynı zamanda kararımı haklı çıkarmanın epey güç olduğunu düşünürüm. Hauser’in bununla ilgili açıklaması, bu gibi ahlaki içgüdülerin genelde ayrıntılarıyla açıklanamadığı ancak her halükarda bunları güçlü bir şekilde benimsediğimiz yönündedir çünkü bu evrimsel bir mirastır. Merak uyandırıcı bir antropolojik girişimle Hauser ve meslektaşları ahlak deneylerini, Kuna isimli bir Orta Amerika kabilesinin yaşantısına uyarladılar. Bu küçük kabilenin Batı Amerikalılarla olan ilişkisi zayıf, dinleriyse resmi değildi. Araştırmacılar “Bir hat üzerindeki tren” felsefe deneyini, kanolara doğru yüzen timsahlar gibi yöreye uygun eşdeğer örneklerle değiştirdiler. Adil küçük farklılıklara rağmen, Kuna kabilesi bizimkilerle aynı ahlaki kararları verdi. Hauser’in bu kitapta yer alabilecek özgün görüşlerinden bir diğeri, dindar insanların ahlaki sezilerinin ateistlerden farklı olup olmadığıdır. Eğer ahlakımız dinden kaynaklanıyor olsaydı hiç kuşkusuz farklı olmalılardı. Ancak görünen o ki böyle bir fark yoktur.”
Deney sonuçlarını Hauser’in nasıl yorumladığını bilmiyoruz. Ancak Dawkins’in bize aktardığı biçimi kesinlikle bir safsata içeriyor. Dawkins anketin farklı kültürlerde aynı istatistiksel sonucu verdiğini söylüyor. Ama bu kültürlerin tanrıcı mı yoksa tanrıtanımaz mı olduğu konusunda hiçbir bilgi vermiyor. Dawkins ahlaki duygunun her kültürde aynı biçimde çalıştığını söyleseydi bir safsataya düşmezdi. Ama öyle yapmıyor. Deneklerin “inançlarına” veya “dinlerine” göre ayırmaksızın tanrıcılarla tanrıtanımazların aynı ahlaka sahip oldukları sonucuna ulaşıyor. Kavramları birbirine karıştırarak bir çarpıtma yapıyor. Bunun yanı sıra Kuna kabilesinin töresini hiç incelemeden, varsayımsal bir soruya verdikleri yanıtla sonuca atlıyor. Sözgelimi Kuna kabilesinde zina serbest midir, değinmiyor. Temsil etmeyen örnek safsatasıdır.
Dawkins aynı kitapta 209. sayfada (Kuzey Yay., 2009) diyor ki:
“Eğer Tanrının yokluğunda, hırsızlık, tecavüz ve cinayet suçlarını işleyeceğinizi onaylıyorsanız, ahlaksız bir insan olduğunuzu ifşa etmiş olursunuz ve sizi gördüğümüzde yönümüzü değiştirmemiz konusunda oldukça tedbirli davranırız.”
Tanrıtanımazların ahlaksız olduğu savını çürütmek için söylediği bu sözde yazar, eleştirdiği tanrıcılardan farklı davranmıyor. “Tanrı vardır” diyen kişiler Tanrı olmasaydı suç işleyeceklerini söylüyorlarsa bu onları suçlu yapmaz. Çünkü Tanrı’nın olduğunu söylüyorlar. Yazar gerçek olmayan bir olasılığa dayanarak bu kişileri ahlaksızlıkla suçluyor. Oysa eleştirdiği bu kişiler de salt “Tanrı yok” dediği için, öbür bütün davranışlarını yok sayarak kendisini ahlaksızlıkla suçlamışlardı. Yazar eleştirdiği davranışın aynısını, belki daha kötüsünü kendisi yapıyor.
Dawkins 211. sayfada Sam Harris’ten alıntılayarak diyor ki:
“Amerika’daki siyasi parti bağlılığı dindarlığın kusursuz bir göstergesi değilse de, ‘kırmızı eyaletlerin’ [Cumhuriyetçi] kırmızı olmalarındaki birincil sebebin muhafazakâr Hıristiyanların ezici siyasi baskısının olduğu bir sır değildir. Eğer Hıristiyan tutuculuğu ve toplumun sağlığı arasında güçlü bir bağ olsaydı, bunun belli başlı işaretlerini Amerika’nın kırmızı-eyaletlerinde görebilmeliydik. Göremeyiz. ‘Şiddet içeren suç’ oranları en düşük yirmi beş şehrin yüzde 62’si ‘mavi’ eyaletler [Demokrat], geriye kalan yüzde 38’i ise ‘kırmızı’ eyaletlerdir [Cumhuriyetçi]. Yirmi beş en tehlikeli şehrin, yüzde 76’sı kırmızı eyaletlerde, yüzde 24’ü mavi eyaletlerdedir. Aslında Amerika’daki eri tehlikeli beş şehirden üçü dindar eyalet Teksas’tadır. ‘Ev soygunu’ oranının en yüksek olduğu on iki eyalet kırmızıdır. ‘Hırsızlık’ oranlarının en yüksek olduğu yirmi dokuz eyaletten yirmi dördü kırmızıdır. ‘Cinayet’ oranının en yüksek olduğu yirmi iki eyaletten on yedisi kırmızıdır.”
Dawkins “dindar” veya tanrıcı (teist) saydığı kırmızı eyaletlerin daha ahlaksız olduğunu kanıtlamaya çalışırken yalnızca saldırı suçlarını ve adi suçları örnek gösteriyor. Böylece planlı, örgütlü suçları, kaba kuvvet içermeyen mali suçlar gibi suçları kapsam dışı bıraktığı gibi, yasaya göre suç olmayan ahlaksızlıkları da bütünüyle kapsam dışı bırakmış oluyor. Hepsini hesaba katsaydı yine eksik olacaktı çünkü bu kez olumlu davranışları hesaba katmamış olacaktı. Örneğin bu eyaletlerin kimsesize, yaşlıya, yoksula davranışlarını mavi eyaletlerinkiyle karşılaştırması gerekecekti. Çok sık yapılan ve iyi öğrenilmesi gereken bir safsatadır. Ahlak gibi; din, özgürlük, sansür, baskı gibi çok ama çok geniş kapsamı olan sözcükler kullanılır ama çok dar kapsamlı bir iki istatistiğe başvurarak bu geniş olgular temsil ediliyor gibi yapılır.
Hrant Dink Üzerinden Yapılan Şaşırtmacalar
Türkiye kökenli Ermeni iktisatçı Daron Acemoğlu, Hrant Dink cinayeti hakkında şunları söylüyor: (kaynak sayfa yayında değil)
“Bu kadar genç, bu kadar pozitif bir insanın hayatının alınması inanılmayacak bir kötülük. Cinayetin, genel toplum üzerine etkisi ise artan milliyetçiliğin bir sembolü olmasında. O açıdan hem pozitif hem negatif gelişmeler oldu. Onca insanın Hrant Dink’i desteklemesi, cenazesine gitmesi çok iyiydi. Ama bu cinayete yol açan milliyetçilik hala var. Ve bu adamı bu çocuk mu öldürdü? Belki gerçekten her şey karışık, belki de yanıt verilmesini istemiyorlar. Türkiye’deki Ermeni cemaati için karışık bir mesaj bu. Bir yanda milliyetçilik gerçekten kanlı bir tehdit haline gelmiş, onun yanında da Türkiye’nin büyük bir kesimi çok hoşgörülü, çok pozitif bakıyor. Aynı soruya geliyoruz: Türkiye’nin geleceği ne? Eğer demokratik olarak devam ederse, AB ile ilişkilerini kuvvetlendirirse, demokrasiyi, ‘çoğunluğun diktası’ değil de, ‘tavizlerle konsensüs geliştiren kurumlar’ diye anlarsa, Ermeniler de, Museviler de, Rumlar da, Türkler de, Kürtler de Türkiye’de yaşayabilir. Ama eğer bir MHP-asker koalisyonu daha da kuvvetlenirse, bunun Ermeniler üzerinde etkisi olabilir. Türkiye’deki Ermenilerin birçoğu, değişik periyotlarda Türkiye’den ayrıldı. 1960’larda, 1970’lerde… Eğer Ermeniler hayatları için yeniden korkmaya başlarsa, böyle bir ‘exodus’ yine ortaya çıkabilir. Çok acı verici olur bu.”
Dink hakkında yazılıp çizilenlerin içinde bolca safsata, çarpıtma, dezenformasyon ve propaganda bulunur. Çünkü en az yüz yıldır birbirine düşman iki toplumun ötekinden yakınabilmesi, ötekini kötü gösterebilmesi için yeni bir ortam sağlamıştır. Elbette bu yakınma simetrik değildir çünkü pek çok politik cinayet gibi bu da bir tarafı mağdur, öbür tarafı haksızlık edici göstermeye uygundur. Bu tür metinleri iyi çözümleyen birinin tarih kitaplarını eleştirel okuma yetisi artacaktır. Çünkü bilinmelidir ki tarih yazımı kanıta dayalı çalışan mahkemelerin değil, güçlülerin elinde olan bir meslektir. Güçlüler her zaman yalan söylemezler ama yalan söylediklerinde bunun açığa vurulması pek güçlü olmayacaktır.
Yazar, Hrant Dink’in tetikçisinden yola çıkarak cinayetin azmettiricilerinin de milliyetçi olarak nitelediği kişiler olduğunu varsayıyor. Oysa cinayetin kasıtlı olarak çözülmediğini düşündürecek bolca işaret var. Ünlü “Kimin işine yarıyor?” (cui bono?) sorusunu bu olaya yönelttiğimizde ibrelerin Türk milliyetçilerini göstermediği kesindir. Azmettiricisinin kasıtlı olarak gizleniyor olabileceği bir suç karşısında, eleştirel düşünüre eldeki sınırlı veriden yola çıkarak kestirim yapmak kalır. Yalnızca kestirim; kesin yargı değil. Çünkü kesin yargıya ulaşmak için veriler yeterli değildir.
Hrant Dink’in öldürülmesi ne Türk milliyetçilerinin, ne de Türkiye’nin işine yaradı. Tersine, bir ulusal birleştirici olarak Türk düşmanlığından ve sözde soykırımın intikamcılığından başka elinde pek bir şey kalmayan diaspora Ermenilerinin işine yaradı. Deyim yerindeyse cinayet onların bu duygularını canlandırdı. Bu, yazarın “cinayet milletçilere yaradı” varsayımının yanlışlığı ile ilgili kısa bir çözümlemeydi. Şimdi gelelim seçilen sözcüklere.
Milliyetçilik hala var.
Yazarın ‘Türk milliyetçiliği’ dememekteki özenine dikkat ediniz. Yazarın Ermeni milliyetçiliğinden söz etmediği açıktır. Öyle görünüyor ki yazarı kaygılandıran Türk milliyetçiliğinin ölçüsüzlüğü, kötüye kullanılması gibi şeyler değil, yalnızca varlığıdır. Milliyetçiliğe büsbütün olumsuz bir anlam yüklemek, gerçekte yurtseverliğe yöneltilmiş saldırıları meşrulaştıran bir başlangıç noktasıdır. Üstü örtülü olarak yurtseverliği ve bağlaşık kavram olan ulusal egemenliği kötülemek için liberal söylemde önce milliyetçilik yargılanmaktadır. Bunu yaparken en büyük desteği sözcük oyunlarından alıyorlar. Ve kesinlikle nedenlere, kökenlere dayanarak akılcı bir eleştiri yapmıyorlar. Dogmatik olarak “milliyetçilik kötüdür” fetvası veriyorlar. Yazarın “Peki Ermeni milliyetçiliği ne zaman yok olacak?” sorusunu okurun aklına getirmemeye çalıştığı gözünüzden kaçmasın.
Milliyetçilik kanlı bir tehdittir.
Terazinin bir kefesini boşalttıktan sonra dramatik dil ve duygu yüklü sözcükler kullanarak yukarıdaki savı sürdürüyor. Milliyetçilik de “din” gibi kanlı biçimlere kolaylıkla büründürülen bir kavram. Bunlar sahtesi bol bulunan banknotlar gibidir. Bunların gerçeğini sahtesinden ayıramayan birey eleştirel düşünemez, sürekli kazıklanır. Sahtesiyle mücadele etmek uğruna gerçeğine de kıyar ki zaten pek çok kalpazanın amacı budur. Düşünemeyen kişi, kendisine iki aşırı uç sunulduğunda bunlardan birini seçmek zorunda olduğunu sanır. Bu metinde milliyetçiliğin yurtseverlik kavramı yerine kullanılan bir joker sözcük olduğunu anımsatayım. Çünkü açıkça yurtseverliği suçlamak “politik doğruluğa” sığmaz, sevimsizdir, olumsuz tepki çeker, onay alması zordur. Politik doğruluk, liberalizmin icat ettiği bir dilsel maskeleme ilkesidir. Bu ilkeye uymak isteyen birey söylemek istediklerini delikanlı gibi doğrudan değil, dolaylamalarla söyler. Politik doğruluk kimi zaman basitçe “kırıcı dil kullanmama” olarak anlatılsa da çoğu zaman “kazı uyandırmama” amaçlı basit bir şifreleme işi görür.
Tavizlerle konsensüs…
Uzlaşmaya ancak ödün vererek ulaşılabileceği varsayımını içeriyor. Yazarın Türkiye’nin varmasını umduğu nokta bireysel özgürlükler için ulusal egemenlikten ödün verilmesi. Yani ikinci bir Tanzimat Fermanı benzeri düzenleme umuluyor. Bugün açıkça biliniyor ki Batı’nın Tanzimat dayatması, bireysel özgürlükleri bahane ederek Osmanlı’nın egemenliğini zayıflatmayı amaçlıyordu. Sonuçları tartışılır, ancak Batı’nın girişiminin amacı Osmanlı toplumlarının birbiriyle daha iyi geçinmesi değildi. Yazar burada ulusal egemenlik ile bireysel özgürlükler arasında bir terazi dengesi olduğu varsayımında bulunuyor. Yani biri zayıfladıkça öteki güçleniyor, her ikisi birden tatmin edici düzeylerde olamıyor. Bu, üst düzey bir siyah-beyaz safsatasıdır. Bireysel özgürlük ve ulusal egemenlik her zaman birbirinin karşıtı değildir. Bunun yanı sıra, basında ve politikada azınlık haklarıyla ilgili savunularda ne zaman ödünden söz edildiğini görsek bunun hedefi Türk ve Müslüman çoğunluk oluyor. Konsensüs için azınlıkların ödün veremeyecekleri varsayılıyor, sanki verip vermemeleri gerektiğini tartışmışız da uzlaşmışız gibi. Anımsayın, “milliyetçilik yok olsun” derken terazinin bir kefesini boşaltmıştı. Açıkça “Tavizi Türkler/Müslümanlar versin” demeyerek aynı dengesiz talebi yineliyor. “Ermeniler için acı verici olur” demeyerek yine aynı şeyi kastediyor. Gerçeğin bilinmesine değil, öznesiz cümleler kurmak yoluyla algıya yatırım yapıyor.
Exodus…
Bu Yunanca sözcük tarihsel olarak Yahudilerin Mısır’dan göçü için kullanılmıştır. Yazar göç sözcüğü yerine bunu kullanmakla, bilerek veya bilmeyerek Ermeni ulusunun Yahudiler gibi “ezeli mazlum” olduğunu ima ediyor ve modern zamanların kayırılan ulusu niteliğine hak kazanmasını umduğunu gösteriyor. Ermeniler “Yahudi olmaya” hak kazandıklarında onları yurttan süren Osmanlı devleti Firavun’a, bu devletin baskın bileşeni olduğu iddia edilen Türk ulusu da Firavun’un halkına denk oluyor!
Burada yaptığımız yalanları açığa çıkarmak veya yazarın görüşlerini çürütmeye çalışmak değil. Bildirilerin ardındaki varsayımlar çoğu zaman metnin içinde yer almaz. Metin kimi zaman öncülleri ve nedensellik bağlarını açıkça göstermez, yalnızca çıkarımları içerir. Bu çıkarımların kaynağı olan öncülleri ve çıkarımların ardışık sonuçlarını bulmak eleştirel okuyucuya düşer. Birinci çaba budur. İkinci olarak, üzerinde konuşulan konu su götürür bir konu değilse sözcüklerin rastgele seçilmediğini bilmek ve birbirinin yerine geçebilecek sözcükleri veya ifadeleri saptamak yerinde olur. Bu yolla yazarın konuyu ele alış biçimini ve düşünsel ve hatta duygusal arka planını daha iyi anlayabiliriz. Bu örnekte tehcir veya sürgün yerine bunların abartılı ve özel bir biçimi olan “Exodus” sözcüğünün kullanılmasının yazarın düşünsel ve duygusal arka planını veya okuyucuda yaratmaya çalıştığı düşünsel ve duygusal karşılığı açığa çıkardığı gibi.
Enver Aysever’in Ustaca Çarpıtmaları
https://alkislarlayasiyorum.com/icerik/149544/aykiri-sorular-yilmaz-ozdil
veya
https://www.youtube.com/watch?v=Arls8v9m3_o
- Enver Aysever, kitabını alanlarla Yılmaz Özdil’i eleştirenlerin aynı kişiler olduğunu varsayarak onların ikiyüzlülükleriyle ilgili çıkarımlar yapıyor. Çok sık yapılan bir çarpıtmadır. Özellikle dinsel ve etnik farklılıklar konu olduğunda, içinde ciddi farklılıklar olabilecek geniş kalabalıkları tek sayan bu genellemeler zirve yapar. Örnek: “Müslümanlar bir yandan cami yapıyorlar, namaz kılıyorlar, bir yandan yolsuz politikacıları destekliyorlar.” Veya; “Kürtler hem PKK’ya destek oluyorlar hem batı kentlerine göçmeye çalışıyorlar.” Küme içindeki büyük farklılıkları yok sayan bu genellemeler durumu doğru yargıya ulaşmamızı engelleyecek düzeyde basitleştirir.
- Aysever, Özdil’i haksız olarak eleştirenlerin adlarını okurken o dönem Facebook’ta moda olan “TC”leri vurgulayarak okuyor. Bu yersiz vurgu, sunucunun “TC” kısaltmasını gözden düşürmek istemesinin işareti olabilir. Olmayabilir de…
- Salt aşağılamak için yorumcu hakkında “adını gizlemiş” diyor. İnternette, hele Facebook’ta adını gizleyene değil, gizlemeyene kuşkuyla bakmak gerekir.
- Aysever, Özdil’e sorduğu sorunun yanıtını reklamdan sonraya bırakarak izleyicinin soruyu kendi kafasında yanıtlamasını veya Özdil’in vereceği yanıtı kestirmesini sağlıyor. Çünkü yarım bırakılmış düşünce zincirlerini tamamlamak doğamızda olduğu için bunu biraz da istemsiz olarak yaparız. Böylece sunucunun varmamızı istediği düşünceye biraz daha yaklaşırız. Şimdi kendisine sorsak bunun reklamı izletmek için, seyirci kanal değiştirmesin diye yapılan bir numara olduğunu savunacaktır. Oysa bu numaranın birden fazla işlevi vardır. Daha sonra hazırlayacağım televizyon tartışmalarını izleme kılavuzuna eklenebilecek bir örnek olabilir.
Komünist Parti’nin Erdoğan’a İtirazı
Başbakan Tayyip Erdoğan, 2014 yılında yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: “Kadın ile erkeği eşit konum getiremezsiniz, o fıtrata terstir. Tabiatları bünyeleri farklıdır. İş hayatında hamile bir kadını erkekle aynı şartlara tabi tutamazsınız. Çocuğunu emzirmek zorunda olan bir anneyi bir erkek ile eşit konuma getiremezsiniz. Kadınlara erkeklerin yaptığı her işi yaptıramazsınız, komünist rejimlerde olduğu gibi. Eline ver kazmayı küreği çalışsın, olmaz böyle şey. Onun narin yapısına ters düşer.”
Türkiye Komünist Partisi buna bir itiraz metni yayınladı. Metnin habere alınan bölümünü aşağıya resim olarak koyuyorum. Sarıya boyadığım metin baştan sona Erdoğan’a verilen yanıt. Kızıla boyadıklarım adam karalama safsatası, yeşile boyadıklarım nitelikli adam karalama safsatası, maviye boyadıklarım ise Erdoğan’a sunulan karşı tezler. Mavi nerede diyeceksiniz, mavi yok çünkü karşı tez sunulmuyor. Hatta Erdoğan’ın söylediklerini doğrulayan bazı sayılar vermişler. Örnek verdikleri komünist ülkede mühendislerin yalnızca %24’ü kadınmış, sağlık hizmetlilerinin yalnızca %31’ü, eğitim hizmetlilerinin yalnızca %20’si erkekmiş. Bu sayıların “eşit değiller” diyen Erdoğan’ı çürüteceğini ve komünist rejimlerde kadınla erkeğin eşit olduklarını kanıtlayacağını umarak veriyorlar. Sizce bunlar mavi mi olmalıydı?
Takviye Vitamin İşe Yarar Mı?
“D vitamini takviyeleri kanser karşıtı özellikleri olduğu iddialarıyla pazarlanmakta. Düşük D vitamini düzeyleriyle kalın bağırsak gibi belli kanser türlerinin gelişmesi arasında ilinti olduğunu gösteren gözlemsel çalışmalar yapılmıştır. Ancak yiyeceklerde veya takviye olarak fazladan D vitamini almanın kanser riskini etkileyip etkilemediği belirsiz.” (Wikipedia.org Vitamin D maddesi, erişim tarihi Kasım 2016.[1])
Pek çok kaynakta D vitamininin eksikliğinin kanseri hazırlayan etkenlerden olduğu bildirilir. Yukarıdaki paragrafta ise D vitamini gıda takviyelerinin etkinliğinin belirsiz olduğu bildiriliyor. Dikkatli okur için bu iki bilgi birbiriyle çelişmiyor. İki bilginin de sağlıklı olduğunu varsayarak basitleştirelim.
Veri1: D vitamini eksikliği kanseri hazırlar.
Veri2: D vitamini takviyesi kanseri önlemez.
Bu iki veri birbiriyle çelişmek zorunda değil. İkisini toplarsak şu çıkar: “Kanserden kaçınıyorsanız D vitamininiz eksik olmasın. Eksiğiniz olduğundan kuşkulanıyorsanız veya test ettirmiş ve eksikliğini görmüş iseniz, artık tamamlamak için hesaplayarak mı beslenirsiniz, takviye mi alırsınız, size kalmış.” Kullanılan sözcükleri dikkatle okuyun. “D vitamini kanserden korumaz” ile “D vitamini takviyeleri kanserden korumaz” çok farklı ifadelerdir. “D vitamini almanız gerekir” ile “D vitamini takviyesi almanız gerekir” çok farklı ifadelerdir. “D vitamini eksikliği kansere yakalanmanızı kolaylaştırır” ile “D vitamini kanseri engeller” çok farklı ifadelerdir. Yukarıdaki bir numaralı veriye göre D vitamini eksik olmamalıdır. Ama bu, fazlasının yararlı olduğu anlamına gelmez. Bir başka deyişle bağışıklık sisteminin gerek duyduğu miktar bir yolla alınmalıdır, fazlası belki yararlı, belki yararsızdır. Dikkatsiz davranarak bunları birbirine karıştıranlar yanıldıklarıyla kalmazlar, başkalarını da yanıltırlar. Burada yalnızca tanıdık bir örnek veriyorum, D vitamini hakkında bir çıkarım yapmıyorum. Buna benzer karmaşaları “popüler bilim” kaynaklarında sıkça görürsünüz. Bilim popülerleştiği ölçüde bilim olmaktan çıkar. Bilim bir boş zaman uğraşı veya haftasonu eğlencesi değil. Bilmek isteyen bunun karşılığını ödemek zorunda. Güvenilir ve güvenilmez söylem biçimlerini, kaynakları, kurum ve kişileri ayırt edebilmek, eleştirel düşünmeyi alışkanlık edinme yoluyla zamanla kazanılacak bir yeti. Bildiğim kadarıyla sihirli bir formülü yok.
[1] Orijinal metin: “Vitamin D supplements have been widely marketed for their claimed anticancer properties. Associations have been shown in observational studies between low vitamin D levels and the risk of development of certain cancers including colon cancer. It is unclear, however, if taking additional vitamin D in the diet or as supplements affects the risk of cancer.”
Yiyeceğin Çirkinliğini Göstererek “Sağlıksızlığını” Kanıtlamak
Buğday unundan glüteni ayırıyor, plastiğe, zifte benzeyen kıvamını göstererek “sağlıksız” olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Aynı mantıkla yumurta proteinini iyice pişirerek ondan taş gibi bir tuğla yapabilir, böylece yumurtanın sağlıksız olduğunu kanıtlayabilirdi. Veya saf kireç yutabilir, hasta olduğunu göstererek yiyeceklerdeki ve sudaki kalsiyum karbonatın sağlıksız olduğunu kanıtlayabilirdi. Örnekler çoğaltılabilir.
Glutenin saflaştırıldığında aldığı ilginç biçim, onun sağlıksızlığına delil değildir. Benzer şekilde görsel veya kültürel olarak kabul edilmiş “iğrençliğe” dayanarak yenilmemesi tavsiye edilen besinlerden biri şellaktır. İğrenç olduğu savının dayanağı bir böceğin salgısından üretilmesi. Bal, polen ve propolisin de tıpkı şellak gibi birer böcek salgısı olduğunu unutuyorlar galiba. Bu maddelerin “iğrençliği”, sağlıklı olup olmadığıyla ilgisiz bir konudur.
Suyu elektroliz ederek ondaki “iğrenç” maddeleri açığa çıkaran deneylere bir göz atalım:
/watch?v=BXjvlYKsXgA /watch?v=PsLHsMhVDLQ /watch?v=7yYV4sQMgRY /watch?v=ia7rOoP6ACM (başlarına youtube.com ekleyin)
Çeşme suyunu ve sattığı arıtıcıyla arıtılmış suyu elektroliz ediyor. Arı suyun renk değiştirmemesi onun içinde iyon olmadığını gösterir, sağlıklı olduğunu değil. İyonun zararlısı da vardır, zararsızı da. Çeşme suyu karardı diye onun “pis” olduğuna inanmamızı bekliyor. İçtiğimiz suyu vücudumuzda elektroliz etmiyoruz.
Bu da sosisin “iğrençliği”… Sosis üretilirken hayvan bileşenlerine ayrılır, sonra bu bileşenlerden seçilenler yeniden bir araya getirilerek homojen bir hamur oluşturulur. Bu hamurun yaşken görüntüsünün şaşırtıcı olmasını iğrençlik olarak sunarak sosisin sağlıksızlığına hükmetmek saçmalıktır. Midemizin içindekiler dışarı çıkınca iğrenç görünür, bu az önce yediklerimizin sağlıksız olduğu anlamına gelmez.
Etin sağlıksız olduğunu kanıtlamaya çalışan bazı uyanık “belgesel” yapımcıları iştah kapatıcı olmasını umarak bol kanlı mezbaha fotoğrafları kullanırlar. Öyleyse hayvan gübresi göstererek insanları sebze, meyve, tahıl yemekten vazgeçirebilmemiz gerekirdi.
Tebrikler gayet güzel yazıyorsunuz. Umarım devam edersiniz.
BeğenBeğen