Arşivden Seçmeler – 3

Tarih Vakfı’nın Yusuf Halaçoğlu’na Eleştirisi

Kapanmış olan http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=231192 sayfasından alınmıştır. (arşiv: http://archive.is/nCRkM)

Tarih Vakfı’nın yöneticilerinin basın şirketlerine yollayarak zamanın Türk Tarih Kurumu başkanına yönelttikleri eleştiri metni aşağıdadır. Tehdit safsatalarını ve türlü saldırı safsatalarını koyu renkle gösteriyorum. Burada kimin haklı olduğunu anlamaya çalışmıyoruz. “Bilim” yapma iddiasında olan, yani işine politikayı, ideolojiyi karıştırmama iddiasında olan bir topluluğun, bir başka bilim adamını “bilimsel olmamakla” suçladığı bir metni eleştirel gözle inceliyoruz.

“Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu ‘nun son günlerdeki açıklamaları üzerine, aralarında Prof. Dr. Edhem Eldem (Boğaziçi Üniversitesi), Prof. Dr. Şevket Pamuk (Boğaziçi Üniversitesi), Prof. Dr. İlhan Tekeli (ODTÜ), Prof. Dr. Mete Tunçay (Bilgi Üniversitesi), Prof. Dr. Uygur Kocabaşoğlu (İzmir Ekonomi Üniversitesi), Doç. Dr. Esra Danacıoğlu (YTÜ), Doç. Dr. Suavi Aydın (Hacettepe Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Ferdan Ergut (ODTÜ), Yrd. Doç. Dr. Oktay Özel (Bilkent Üniversitesi) gibi tarihçilerin bulunduğu Tarih Vakfı eski ve yeni yönetim kurulu üyelerinin imzasıyla yapılan basın açıklaması aşağıdadır:

Halaçoğlu’nu, tarihçi olmanın sorumluluğuyla hareket etmeye çağırıyoruz

Tarihçilerin birincil görevi mesleklerini kötüye kullanmamalarıdır. Tarihin suiistimali, son tahlilde ahlaki bir soruna işaret etmesi nedeniyle, bir tarihçi için affedilemeyecek kusurların başında gelir. TTK Başkanı Halaçoğlu’nun 15 ila 16. yüzyıllarda, bugün ‘Kürt’ olarak görünen kimi aile ve aşiretlerin ‘Türkmen’ olduklarına ilişkin bulgularının olduğunu açıklaması ve buradan yola çıkarak vehmettiği siyasal ve kültürel sonuçlar, söz konusu suiistimalin en açık örneğidir. Ünlü (ve muhafazakâr) tarihçi G. R. Elton ‘un lisans düzeyinde tarihçi adaylarına öğretilen şu sözünü Halaçoğlu’nun da aklında tutması gerekiyor: ‘Geçmişin hemen her yorumu için, bir yerlerde mutlaka bazı belgeler vardır. Yeter ki, diğer belgeler görmezden gelinsin.’ Meslek ahlakına ilişkin bu çok kritik noktanın da ötesinde, TTK Başkanı’nın, üzerine kelam ettiği milliyetçilik ve etnisite çalışmalarının son 30 yılından da habersiz olduğu anlaşılmaktadır. Dünyanın saygın tarihçi ve sosyal bilimcileri elbette birçok konuda tartışmalarını sürdürmektedirler. Ne var ki, son 30 yılın birikimleriyle üzerinde neredeyse tam bir mutabakat oluşturdukları alanlar da var. Bunların başında, ulusal ve etnik kimliğin dinamik, değişken ve en nihayetinde öznel bir durum olduğu bilgisi yer alır. Kimlikler tarih içinde değişir, dönüşür, farklılaşır. O nedenle bazı Kürt aşiretlerinin uzak geçmişte Türkmen kütlesi içinde görünmesinin, kimlik bakımından bir anlamı yoktur. Onlar bugün kendilerine ne diyorlarsa, hangi dili konuşup aidiyetlerini hangi çerçevede açıklıyorlarsa, kendilerini nasıl hissedip tanımlıyorlarsa, odurlar. Modern sosyal bilim yaklaşımı bunu sorgulamaz. Kaldı ki, kendisine bugün Türk diyen toplulukların içinde de geçmişte Kürt kütlesi içinde yer alanlar mevcuttur. Buradan da siyasal ve kültürel bir sonuç çıkmaz. Ayrıca Halaçoğlu’nun ifşaatı yeni bir şey de değildir. Bunlar çoğunlukla bilinen konulardır. Örneğin Urfa’daki Karakeçili ve Türkmen aşiretleri, büyük ihtimalle uzak geçmişte -adlarının ele verdiği veçhile- Türkmen kütlesi içindeydiler. Ancak bugün tamamen Kürtçe konuşup o yörenin bütün Kürt topluluklarına teşmil edilebilecek bir yaşam biçimini paylaşmaktadırlar. Şimdi onlara gidip ‘Siz aslında Türksünüz, haydi asıl kimliğinize dönün’ demek, sadece ırkçılıkla izah edilebilecek bir tutum olur. Bunun gibi, eğer bu tutumu esas alırsak, bugün kendisine ‘Türk’ diyen yüz binlerce insanın üç-dört kuşak öncesinde kendisini başka etnik kimliklerle tanımlayan kişiler olduğu dikkate alınırsa, onların eski mensubiyetlerini esas alan çeşitli milliyetçiliklerin de onları ‘geri çağırmasını’ doğal karşılamak gerekir. Ama bu doğallık sayıltısı sadece milliyetçiliğin ve ırkçılığın temel kabulleri açısından doğru sayılabilecek, akademik, bilimsel ve insani bakımlardan kabul edilemez bir durum olacaktır. Nitekim Todor Jivkov döneminde Bulgar hükümeti benzer bir tutum takınarak, kendisine ‘Türk’ diyen insanlara, ‘Siz aslında Bulgar ve Hıristiyandınız, sonradan Türkleştiniz’ diyerek kendilerince ‘asıl kimliklerine’ geri çağırmış ve bu yönde kabul edilemez baskılar uygulamıştı. Halaçoğlu’nun bugün söylediği şeylerle bu tutum arasında yaklaşım ve temel mantık açısından hiçbir fark yoktur.

Halaçoğlu, ötekileştirici bir bakışla kendi ırkçılığına dayanak arıyor

Halaçoğlu, Alevi Kürtler içinde, tehcire uğramamak için Alevileşen Ermenilerin bulunduğunu da söylemiştir. Bu açıklamayla kendince aşağılayıcı bulduğu ‘Ermeni’ kimliğiyle ‘Alevi Kürt’ kimliği arasında bir paralellik kurmaktadır. Söyleyenin zihniyeti konusunda oldukça açıklayıcı olabilecek bu iddiaların bilimsel hiçbir anlamı yoktur. Tarih boyunca farklı etnik gruplara mensup pek çok insan çeşitli nedenlerle toplumsal, iktisadi veya güvenlik kaygılarına bağlı- başka gruplara geçiş yaparak onların içinde erimeyi tercih etmişlerdir. Bazı Ermenilerin de bu biçimde Alevi Kürt gruplar içine girdikleri ve bu gruplar içinde asimile olmaları mümkün. Ancak bu Halaçoğlu’nun ima ettiği gibi Ermenilikle Alevi Kürtlük arasında tam bir paralellik bulunduğu anlamına gelmez. Zira yine pek çok Ermeni Osmanlı vatandaşının tehcirden kurtulmak için Müslümanlaştığı ve Sünni grupların içine katıldığı da bilinen bir gerçektir. Halaçoğlu’nun bunları yeni keşiflermiş gibi açıklaması ise ikinci bir garipliktir. Sonradan Müslümanlaşıp Türkleşen Ermenilerin kendi özel hikâyelerinin yansıdığı pek çok yayın bulunmaktadır. Ayrıca bir diğer gariplik, kişilerin belirli etnik kimliklere mensubiyetlerinin ya da o etnik kimliklerle geçmişte belirli soy bağlarının bulunmasının, onları doğrudan doğruya bugünün sorunları karşısında eski aidiyetlerinin gerektirdiği düşmanca tutumlara sevk edeceği düşüncesidir. Halaçoğlu’nun ima ve açıklamalarının altında yatan leitmotiv’lerden birisi de budur. Bunun açık adı ırkçılıktır. Halaçoğlu elinde ‘Ermeni dönme’lerinin listesinin bulunduğunu da açıklamıştır. Bu, açık bir tehdittir. En başta ciddi bir bilimsel etik ve ahlak bakımından çok sorunlu bir duruma işaret etmektedir. Bir bilim adamına yakışıp yakışmadığı bir yana, resmi bir kurumun başında bulunan bir kişinin böyle şeyler söylemeye hakkı yoktur, zira bu sözler o kurumu bağlar. Ayrıca o kurumun başında olmanın getirdiği araştırma avantajlarını bu şekilde kötüye kullanmak, en hafifinden adli bir vakadır. Ayrıca Halaçoğlu’nun bütün sözleri ‘Ermeni olmak’ın kötü bir şey olduğu temel kabulüne dayanmaktadır. İnsanlar kimliklerini seçmezler, içine doğdukları topluluğun kimliğini ‘edinirler.’ Bu, ne bir suçtur, ne de kaçınılabilecek bir şeydir. Belirli bir topluluğu belirli karakter ve tutumlarla özdeşleştirmek de açık bir ırkçılıktır. Türk Tarih Kurumu’nun başında bulunan kişinin sözleri en başta Türkiye vatandaşı olan Ermenilere yapılmış büyük bir haksızlık ve saldırıdır. İddia sahibinin işgal ettiği mevki düşünüldüğünde, Ermeni yurttaşlarımızın bizzat devlet tarafından potansiyel tehlike ve sorun olarak görüldüğü izleniminin doğabilecek olması, tablonun vahametini daha da artırmaktadır.

Halaçoğlu’nun yaklaşımı tarih metodolojisi açısından sorunludur

Halaçoğlu, bugünkü bazı Kürt topluluklarının 15-16. yüzyıllarda Türkmen olduğunu söylüyor. ‘Acaba aynı topluluklar 10. yüzyılda ne idiler?’ sorusuna verilebilecek bir cevap varsa ve bu cevap anlamlıysa, Halaçoğlu’nun tespitlerinin de bir anlamı olur. Halaçoğlu ne etnisite ne de aşiret konusunda bilgi sahibidir. Etniklik, durumsal ve değişkendir, yukarıda belirttiğimiz gibi… O yüzden, örneğin bahsettiği toplulukların, yani Türkmen olanların belki de 10. yüzyılda hiç umulmadık bir kimlikle karşımıza çıkması mümkündür. Kaldı ki, aşiretler etnik topluluklar değildirler. Daha çok siyasal örgütlenmelerdir. Günün koşullarına göre, kimi Kürt aşiretleri büyük Türkmen toplulukları içine girerek ittifak etmiş; bazen de tersi olmuştur. Yani ‘aşiretli’ olmak için aynı etnisiteden olmak gerekmez. Örneğin bugün Midyat bölgesindeki bazı köylerde yaşayan Hıristiyan-Süryani yurttaşların kendilerini bir Kürt aşiretine mensup saymaları hiç şaşırtıcı değildir. Zira aşiretli olmak başka şeydir, etnik kimlik başka şeydir. Bunun gibi, belirli bölgelerde birbiriyle çatışma halinde bulabileceğimiz Türkmen aşiretleri olduğu gibi, aynı bölgede bir Türkmen ya da Kürt aşiretine karşı ittifak etmiş Türkmen ve Kürt aşiretleri de görebiliriz.

Halaçoğlu’nun hayal ettiği, kan üzerine kurulu bir ‘Türk’ kimliği mümkün değildir

19. yüzyıl boyunca Anadolu’ya Kırım’dan, Kafkaslar’dan ve Balkanlar’dan 4 milyonu aşkın göçmen geldi. Bugün Türkiye nüfusunun çok büyük bir bölümünün, belki de yarıdan fazlasının kökenlerinde 19. ve 20. yüzyıllar boyunca gelen göçmenler vardır. Bugün kendilerini Türk olan kabul eden bu insanların pek çoğunun kökenlerinde Türkmen boyları yoktur. Göçmenlerin yakın tarihimizdeki güçlü yeri, Türk kimliğinin Halaçoğlu’nun yaptığı gibi kan ve ırk üzerine inşa edilmesinin mümkün olmadığını bir kez daha gösteriyor.

Halaçoğlu’nun ‘tarihçi’liği sorgulanmalıdır

Netice olarak, Halaçoğlu’nun bu son örnekte bir kez daha ortaya çıkan, tarihçilik ve bilim insanlığı açısından bu sorunlu ve tartışmalı durumuyla TTK’yı nerelere sürüklediğini kamuoyunun takdirine sunuyoruz. Bu vesileyle, bir anayasal kurum olarak TTK’nın konumunun, yeni anayasa hazırlıklarının eşiğinde olduğumuz bu günlerde yeniden ele alınmasını yararlı bulduğumuzu belirtmek istiyoruz.”

 

 

Özgecan Safsatası

https://www.change.org/p/%C3%B6zgecan-aslan-a-tecav%C3%BCz-edip-yak%C4%B1p-atan-canilere-en-a%C4%9F%C4%B1r-ceza-yapt%C4%B1r%C4%B1m%C4%B1-uygulans%C4%B1n

Arşiv: http://archive.is/23kOX

“Gözde Salur

İzmir, Türkiye

Mersin Tarsus’ta yaşayan Çağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü 1’inci sınıf öğrencisi Özgecan Aslan, 12 Şubat 2015 tarihinde Mersin’de AVM dönüşü bindiği minibüste caniler tarafından kaçırılmış, yakılarak öldürülmüş ve bedeni dereye atılmıştır. Tarsus İlçe Jandarma Komutanlığı’nda görev yapan ekiplerin dikkatli ve titiz çalışması sayesinde fail ve işbirlikçileri hemen yakalanmıştır.

Tecavüz girişimi, cinsel istismar da dahil olmak üzere kadına yönelik şiddetin gün geçtikçe arttığına, kadın cinayetlerinin önlenmesinde hiçbir şekilde yol alınamadığına ve durumun giderek kötüleştiğine üzülerek şahit oluyoruz. Bu sonuçların kadınları hayatın her alanında ikincileştiren söylem ve zihniyetlerin politika olarak dayatılması ve bu söylemlerin bilinçli olarak ön plana çıkarılmasıyla doğrudan alakası olduğunu biliyoruz. Kadın-erkek eşitliğini sağlamak için bütüncül politikalar üretilmedikçe, failler caydırıcı bir şekilde cezalandırılmadıkça ve toplumda yükselen şiddet kültürüne karşı önlem alınmadıkça bu sorunun çözülemeyeceğine inanıyoruz.

1) Özgecan Aslan’ı kaçırıp, yakıp genç yaşta hayatına son veren faillerin Türk Ceza Kanunu’nun öngördüğü en ağır yaptırımla cezalandırılmasını istiyoruz. Soruşturmanın ve dava sürecinin kamuoyu takibine izin verecek şeffaflıkla ve hukuka uygun biçimde yürütülmesini talep ediyor, bu ve benzeri olayların tekrar etmemesi için tüm ilgili kurumları acilen sorumluluk almaya davet ediyoruz. Biliyoruz ki, Özgecan Aslan cinayeti sıradan bir adli vakanın çok ötesinde yıkıcı sonuçları olan toplumsal bir soruna işaret etmektedir.

2) Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı başta olmak üzere ilgili tüm kurumları; kadınların güçlendirilmesi ve kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için acil harekete geçmeye ve bu süreçte kadın hakları ve kadına yönelik şiddet konularında deneyim sahibi sivil toplum kuruluşlarını dikkate almaya çağırıyoruz. 6284 Sayılı Kanunun daha işlevsel bir yapıya sahip olması gerektiğine dikkat çekiyoruz.

3) Kadına yönelik şiddetle mücadelede ve kadınların güçlendirilmesinde İstanbul Sözleşmesi ve CEDAW Sözleşmesi başta olmak üzere Türkiye’nin kabul ettiği/onayladığı ilgili uluslararası sözleşme ve belgelerin gereklerinin yerine getirilmesini istiyoruz.

İnsan haklarının, en temeli olan yaşama hakkının KADINLARIN elinden alınmasını istemiyoruz ! Tecavüzden, şiddetten ölen bir KADIN daha istemiyoruz. Siz de bu kampanyaya imza atarak destek olabilirsiniz

A psychology student in Mersin, Özgecan Aslan (20) was raped by the driver of the mini-van while trying to get home right after the shopping mall visit. After that she was burnt, brutally killed and her body was thrown into a river. Thanks to the precise and careful work of the Tarsus Gendarmarie forces, perpatrators were caught immediately.

We withness that; violence against women including rape and sexual abuse in Turkey is increasing. Obviously, Turkey doesn’t move forward in preventing femicides and it’s getting worse. This is a result of the the rising discourses and politics which trivialise women in each and every sphare of social life. Unless the holistic policies developed and gender equality maintained the problem can not be solved.

1) We want the perpetrators of the brutal murder to be punished in highest level possible as the Turkish penal code forsees. The investigation and the case process should be transparent to public and legally appropiate. We call upon all related institutions to take responsibility in order to avoid similar cases in future. We know that the murder itself is not a simple forensic case, but projection of a devastating social problem.

2) We call upon all the related institutions to empower women and promote gender equality. All the NGO’s which have valuable experince should be taken into consideration. The law no 6284 on violence against women should be more functional.

3) The provisions of İstanbul Convention, Cedaw convention and other related international documents should be effectively implemented.

The most basic human right which is “right to live” can not be taken from women. We don’t want women to be raped or killed any more! You can support the campaing by signing it.”

Çözümleme:

Benzeri bol olan bu propaganda kampanyasında yazar koyulttuğum yerlerde safsata yapmaktadır.

1) İstatistikle desteklenmesi, kanıt gösterilmesi gereken yerde kanıt göstermemektedir. Daha sonra sayısal okuryazarlıkla ilgili bölümde tartışacağız. Sayıyla ifade edilebilecek bir oluş, belgelenmiyorsa eleştirel okurun gözünde yok hükmündedir.

2) Yazar Tayyip Erdoğan’ın ve bakanlarının kışkırtıcı sözlerini kast ederek hükümetin eşitlik karşıtı sözleriyle bir dolmuş şoförünün müşterisine tecavüz etmesi arasında yersiz bir nedensellik bağı kurmaktadır.

3) Yazar bu davaya özel olarak ağırlaştırılmış ceza talep ederek mazeret safsatası yapmaktadır.

4) “Kadınların güçlendirilmesini” isteyen bu metinde “kadınların zayıf oldukları” öncülü gizlidir. Bu bir safsata değildir ama konuşulmayan, tartışılmayan bir öncüldür. İlk derste öncüller yanlışsa çıkarımlarımız doğru bile olsa kesinlikle yanlış sonuca ulaşacağımızı söylemiştik. Bu yüzden öncüllerimiz doğru olmalıdır.

5) Eleştirel okumanın sorularından biri olan “Yazar benden ne istiyor?” sorusunun yanıtı açıktır. Ancak dikkat ettiyseniz yazar iki ayrı kalabalığa seslenmektedir. Bu durumda yazarın Türkiye’de yaşamayan, Türk vatandaşı olmayanlardan ne istediği sorusu, onun ulaşmaya çalıştığı sonuç konusunda oldukça aydınlatıcı olabilir.

6) Aradan geçen sürede bu beş noktaya hemen hiç yoğunlaşılmamış olması, bize Türkiye’deki nüfusun eleştirel düşünme yeteneğiyle ve tartışma ortamının sağlığıyla ilgili bilgi vermektedir.

Yazının altındaki yorumlara baktığımızda hiçbir destekçinin bu safsataları ayrımsayamadığına üzülerek tanık olmaktayız.

 

 

 

Sevan Nişanyan’ın Harf Devrimi Safsataları

Sevan Nişanyan’ın Yanlış Cumhuriyet kitabının her bir bölümü, Cumhuriyet devrimlerinin veya öbür adıyla Atatürk inkılaplarının birini eleştiriyor. Aşağıya harf devrimini konu ettiği 21. bölümü alıntılıyorum. Bölümde kısmen tartışmalı neden, kısmen şaşırtma safsatası bulunuyor. Yazar harf devriminin seçtiği bazı yönlerini alıp gösteriyor, resmin bütününü gizliyor. Yazar kitabında pek çok başlıkta bu yöntemi uygulayarak bütün kitabı potansiyel bir safsata durumuna sokuyor. Kitapta temiz ve geçerli savlar da bulunuyor. En zayıf olduğu bölümlerden birisini irdeliyoruz. Koyuyla yazılmış yerler benim yorumumdur.

Bölüm 21: Harf devrimi, Türkiye’de okuryazarlığın yaygınlaşmasını sağlamış mıdır?

“Her vasıtadan evvel büyük Türk milletine onun bütün emeklerini kısır bırakan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lazımdır. Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak latin esasından alınan Türk alfabesidir.” (Kemal Atatürk, Söylev ve Demeçler I, s. 359)

“Harf devrimi Mustafa Kemal’in en büyük zaferidir. Çünkü, dediğim gibi, harf devrimi yapılmadıkça okuma yazma oranını artırmak, düşünme alışkanlığını yaygınlaştırmak, kısacası aydınlanmayı başlatmak olanaksızdı.” (Prof. Dr. Cem Eroğul, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, s. 202)

1920’lerden bu yana Türkiye’de okuryazarlık oranının artmış olduğu doğrudur. Ancak artışı etkileyen faktörler o kadar çok ve çeşitlidir ki, Latin alfabesinin kabulünün bu sonuçta oynadığı rolü kestiremeyiz. Çeşitli dönemlerde uygulanan okuma-yazma kampanyalarının yanı sıra, örneğin mecburi ilköğretim, mecburi askerlik, köylere yol ve okul yapılması, gelişen para ekonomisi, artan sosyal hareketlilik gibi faktörler bu çerçevede sayılabilir.

Doğru öncüller, geçerli çıkarım.

Milli bir seferberlik olarak benimsenen ve olağanüstü bir ısrarla sürdürülen okuryazarlık kampanyasına rağmen, 1927-35 arasında yeni okuma-yazma öğrenenler resmi rakamlara göre Türkiye nüfusunun sadece % 10.3’ünü (1927’de okuryazar olmayan nüfusun % 11.2’sini) bulmuştur. 1 Oysa, örneğin 1960-70 yılları arasında okuryazar sayısındaki artış, toplam nüfusun %27.2’si ve 1960’ta okuryazar olmayan nüfusun %40.1’idir. Bu rakamlar, okuryazarlık artışında belirleyici olan faktörün harf devrimi olmadığını düşündürmektedir. 2

Harf devrimini izleyen yıllarda gazete satışlarında görülen ve yaklaşık yirmi yıl boyunca telafi edilemeyen düşüş ise, harf devriminin, okuryazarlık oranını artırmak şöyle dursun, azaltmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir.3

Büyük oranda geçersiz çıkarım; karmaşık nedenler safsatası. Öncüller zayıf. Gazeteciliğin bilinen karmaşık yapısı dikkate alınmıyor. Böyle bir devrim sonucu gazete tirajının önce düşmesi beklenir zaten. Burada eleştirilmesi gereken nokta, önce beklendiği gibi düşüp sonra eski düzeye gelen tirajın daha sonraki kuşaklarda neden artmadığı olmalıdır. Bu sorunun doğal muhatabı devrimci çekirdek kadrodan çok devrimi sürdür(e)meyen kadro olmalıdır.

Devrimin Gerekçeleri

Arap alfabesinin Türkçe’nin yapısına uymadığı, dolayısıyla sistematik bir imlanın oluşmasına imkân vermediği ve okuma-yazmayı zorlaştırdığı görüşüne 1860’lardan itibaren rastlanır. 1863’te ünlü Azerbaycanlı yenilenmeci Feth Ali Ahundzade Osmanlı yazısında köklü bir reform projesini sadrazam Fuad Paşa’ya sunmuş, birkaç yıl sonra yine Ahundzade, bu kez Latin alfabesinin kabulü yönünde daha radikal bir öneriyi ortaya atmıştır. Aynı yıllarda, modern Türk eğitim sisteminin kurucularından Münif Paşa Arap alfabesine dayalı bir ayrık yazı (huruf-u munfasıla) sisteminin benimsenmesini savunmuştur. 4

1879’de Latin ve Yunan bazlı Arnavut alfabesini geliştiren Şemseddin Sami Bey, benzeri bir reformun Türkçe’ye de uygulanmasını önermiş; Arnavutların 1908’de tamamen Latin yazısına dayalı bir alfabeyi kabul etmeleri de, Meşrutiyet döneminin Türk reformcu çevrelerinde büyük yankı uyandırmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında orduda Enver Paşanın önayak olduğu bir ayrık yazı sistemi benimsenirken, yine aynı yıllarda Latin alfabesinin Türkçeye uyarlanması yönünde çeşitli önerilere tanık olunmuştur.

Rum veya Ermeni yazısıyla basılı Türkçe kitapların, 19.cu yüzyıl sonlarında gayrımüslim Anadolu halkı arasında kazandığı yaygın okuyucu kitlesi de yazı reformu tartışmalarına hız veren bir unsur olmuştur.

Gerek ayrık yazı gerek Latin alfabesi savunucularının ısrarla üzerinde durdukları nokta, “harflerimizin ve imlamızın bitmez tükenmez zorlukları” ile, harf ıslahatının “medenileşmeyi” mucizevi bir şekilde hızlandıracağı inancıdır.

 

Gerekçenin Geçerliği

Eski yazının zorluklarına dair objektif ve kıyaslamalı bir değerlendirme, yazı reformcularının bu konudaki engin heyecanını paylaşmayı güçleştirmektedir.

Eski yazı: Arap yazısı alfabesel bir sistemdir. Yani her harf – tıpkı Latin ve Yunan alfabelerindeki gibi – prensip olarak bir tek sesi ifade eder. Türkçe’de kullanılan biçimiyle alfabenin 31 harfi ve bellibaşlı 7-8 düzeltme işareti vardır. Bunları ezberlemenin, 29 harf ve bir düzeltme işareti içeren yeni Türk alfabesini ezberlemekten çok daha zor olacağını düşünmek için bir neden yoktur. Arap yazısındaki bazı harflerin sözcük başında, ortasında ve sonunda farklı biçimler almalarına karşılık, yeni yazıda da – Arap yazısında olmayan – küçük ve büyük harf ayrımı vardır.

Asıl zorluk üç noktadan kaynaklanır. İlk önce, Arap dilinin özelliklerine göre oluşmuş olan alfabenin, Türkçenin bazı ses ve nüanslarını ifade etmekte zorlandığı bir gerçektir. Bellibaşlı zorluklar, dört ayrı değeri olan vav (v, u, ü, o), dört ayrı değeri olan kef (k, g, ğ, -in) ve iki ayrı değeri olan ye (i, y) harflerinden doğar. Türkçe’ye özgü ‘ı’ sesine tatmin edici bir çözüm bulunamamıştır. Arapça’da farklı sesleri ifade eden bazı harfler ise, Türkçe’de tek sese (ze, zal, za, zad, ‘z’ye; se, sin, sad, ‘s’ye; ha, hı, he – İstanbul lehçesinde – bir tek ‘h’ye) indirgenmiştir. Arapça kökenli kelimelerde rastlanan ‘ayn harfi, Türkçe’de karşılığı olmadığı için, imlada belirsizlik yaratabilmektedir. Öbür harflerin telaffuzunda önemli bir sorun yoktur.

İkinci zorluk, Arap yazısında bazı sesli harfleri yazmama veya düzeltme işaretleriyle (hereke) belirtme usulüdür. Arap diline mükemmelen uyan bu özellik, Türkçe’de okumayı zorlaştırmakta, buna karşılık yazı yazmayı, Latin alfabesiyle karşılaştırılmayacak ölçüde kolaylaştırmaktadır.

Nihayet, Arap yazısında çoğu harfin birbirine bağlı olarak yazılması usulü de, yazmayı kolaylaştırıp okumayı zorlaştıran başka bir unsurdur.

Yazar burada doğru bilgileri, gerçekleri sunuyor. İki istisna dışında: Arap harfleriyle Türkçe yazmayı kolaylaştıran, sesli harflerin yazılmaması serbestisidir, harekelerin kendisi değil. İkincisi, Latin harflerinin de bitişik yazılabildiğini yok sayıyor. Sunulan bilgiler, yani Arap harflerinin Türk diline uyumlu olmaması gerçeği büyük oranda dil devriminin gerekçesini oluştururken, yazar bu gerçeği yaptığı çıkarıma bağlamıyor.

İngilizce: Arap alfabesinin Türkçe’nin bazı özelliklerine uymadığına dikkat çekilirken, aynı durumun çok daha şiddetli boyutlarda, Latin alfabesi ile örneğin Fransız ve İngiliz dilleri arasındaki ilişki için de geçerli olduğuna değinilmesi gerekir.

Örnek olarak İngilizce’yi alalım. Bu dile özgü 22 veya 24 farklı sesli ve çift-sesliyi (vowels and diphthongs), Latin yazısındaki beş-altı harfle ifade etme çabasının nasıl içinden çıkılmaz bir imla kargaşası yarattığını, İngilizce öğrenmeye çalışanlar pek iyi bilirler. Klasik örnek, I, eye, aye, by, buy, bye, lie, right, write, rite, rhyme, Rhine, Thai, rind, isle örneklerindeki gibi, bir düzineden fazla farklı yazılışa sahip olan ‘ay’ sesidir. Benzer listeler, ‘ey’, ‘ou’, ‘au’ vb. sesleri için de verilebilir. Her, war, law, well sözcüklerinde rastlanan İngilizce seslilere ise, Latin alfabesinin geleneksel fonetik değerleriyle yaklaşmak bile mümkün değildir.

Sessiz harflerde de durum farklı değildir. Örneğin ‘k’ sesi, yerine göre k, c, ck, ch, cq, cc, q veya kh şeklinde yazılabilir. C harfi, e veya i’den önce gelirse genellikle ‘s’ okunursa da istisnaen ‘k’ (Celt) veya ‘ş’ (racial) okunabilir. Ch bileşiği çoğu zaman ‘ç’ okunmakla beraber, bazen ‘k’ (character), ‘ş’ (charade), hatta ‘kh’ (loch) değerlerini alabilir. Çift c, yerine göre ‘k’ (occur) veya ‘ks’ (access) sesini verir. Q harfini muhakkak u izlediği söylenirse de, yabancı kökenli sözcüklerde bu kural uygulanmayabilir (Qatar); ayrıca qu bileşiği, duruma göre ‘kyu’ (queue), ‘ku’ (queer) veya sadece ‘k’ (conquer) sesini belirtebilir.

İngilizce yazımı sistemleştirme, hatta yeni bir fonetik alfabe oluşturma yönünde fikirler, özellikle Amerika’da, 19. yüzyıl sonlarında ortaya atılmışsa da, bu tür çabalar genellikle “kaçıklık” olarak değerlendirilmiş ve rağbet görmemiştir.

Buna rağmen, İngilizce konuşulan ülkelerin birçoğunda yüzde yüze yaklaşan okuryazarlık oranlarına ulaşıldığı bilinmektedir.

Japonca: Japon dili, 10.cu yüzyıldan bu yana, birbirinden farklı üç yazı sistemini bir arada kullanagelmiştir. Bunların en eskisi olan Çin resim-yazısı, bildiğimiz anlamda bir alfabe değildir. Her biri en az bir ve en çok yirmiüç fırça darbesinden oluşan karakterler (kanji), yerine göre Çince’den alınmış bir sözcüğü (Türkçe’deki Arapça ve Farsça deyimler gibi) veya anlamca buna yakın Japonca bir deyimi veya telaffuzu Çince sözcüğe benzeyen fakat anlamca ilgisiz bir Japonca heceyi ifade ederler. Üç yorumdan hangisinin geçerli olduğu, metinden anlaşılır. Japonca takı ve ekler ayrıca yazılır. Yakın dönemde yürürlüğe konan eğitim reformuyla, her Japon’un öğrenmesi gereken kanji adedi 1950 ile sınırlandırılmıştır. Yüksek öğrenim görmüş bir Japon’un kullandığı kanji sayısı 3-4,000 civarındadır; Japon dilinde teorik olarak mevcut kanji sayısının ise 40,000 kadar olduğu söylenmektedir.

Ortaçağdan bu yana kullanımda olan hiragama yazısı, Japon dilinin hecelerini fonetik olarak ifade eden 48 harften oluşur ve kanji ile birlikte kullanılır. Japonca’yı sadece hiragama kullanarak yazmak mümkünse de, uygulamada cahillik sayılır. (Eski devirde kanji erkeklerin, hiragama ise sadece kadınların kullandığı bir yazı sistemi idi.) Yine 50 civarında işaretten oluşan katakama yazısı teknik terimleri, yabancı deyimleri ve anlamsız sesleri fonetik olarak ifade etmeye yarar.

Yazıyı sadeleştirmeye yönelik bazı reformlar, eğitim bakanlığı tarafından 1950’lerde yürürlüğe konmuş; bu arada, eskiye oranla biraz daha çok hiragama kullanımı teşvik edilmiştir.

Japonya’da okuryazarlık oranı halen yüzde yüz düzeyindedir. Ayrıca Japon dilinin Latin alfabesiyle yazılı şekli ilkokullarda zorunlu ders olarak okutulduğundan, Latin alfabesi bilgisi de genç kuşaklarda yüzde yüz dolayında bulunmaktadır.

Geçersiz çıkarım; dayatma safsatası. İngiliz ve Japon abecelerinin zor öğreniliyor olması ve sesleri temsil etmekteki zorluğu, zor öğrenildiği gibi Türkçenin seslerini temsil edemeyen Arap harflerini kullanmaya devam etmek için geçerli bir gerekçe değildir. 1950 kanjinin her çocuğa ne pahasına öğretildiği ve öğrenildiği konusuna hiç girilmiyor. Kuşkusuz 1950 kanjinin ve bunun yanında Latin harfleriyle Japonca yazımın öğrenilmesi, Arap harflerinin öğrenilmesinden daha zordur.

 

Başka Gerekçeler

Meşrutiyet aydınlarını yazı reformu düşüncesine sevkeden unsurları şöyle özetleyebiliriz:

  1. Alfabeyi kolaylaştırmakla cehaletin ortadan kalkacağı inancı. 5(Burada sorun yok ama dipnotta var. Delil veya kaynak göstermeden Atatürk’ün inzivaya çekilmesinin nedenini üzüntüye, üzüntünün nedenini harf devriminin başarısızlığa bağlıyor.)
  2. Şarklılık kompleksi, ve şarklılığın görünür bazı belirtilerini (“eciş bücüş yazı”, fes, sultan vb.) terketmekle kültürel değişimin sağlanabileceği hayali.
  3. 1910’lardan sonra, müfrit Türk milliyetçiliğiyle birlikte ortaya çıkan Arap düşmanlığı.

Ancak asıl hareket noktaları bunlar olsa da, 1928 devrimini oluşturan tedbirler bütününü bu kadar masum gerekçelerle açıklamak zordur. Yazı reformunun okuryazarlığa etkisini, sembolik-ulusal değerini vb. bir an için kabul etsek bile, bu amaçları elde etmek için a) ilköğretimde yeni yazıyı esas almak, b) resmi yazışmalarda yeni yazı kullanımını zorunlu kılmak, ve c) yayıncılıkta yeni yazı kullanımını devlet eliyle teşvik etmek hiç şüphesiz yeterli olurdu.

Son derece karmaşık etmenlerle ilgili varsayımlar yapmak bu kadar kolay olmasa gerek. Özellikle Osmanlı’nın dil konusundaki bölünmüşlüğü göz önüne alınırsa. Yazar Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul seçkinlerinin konuştuğu dille halk dili arasında giderek artan bir uçurum olduğunu, İstanbul’da Fransızca yazılı dilin kullanımda olduğunu, Türkçe’nin latin harfleriyle transliterasyonunun (çeviriyazı) çoktan kullanılmaya başlamış olduğunu hatırlamamızı istemiyor.

Oysa 1928 Harf Kanunu, bunlarla yetinmemiştir. Kanunun 4.cü maddesi, kanunun yayın tarihinden iki hafta sonra başlamak üzere eski yazıyla her türlü gazete ve mecmua yayınını yasaklamakta; 5.ci madde ise, ertesi yıl itibariyle, eski yazıyla kitap basılmasını suç haline getirmektedir. Daha radikali, 9.cu maddedir:

“Bütün mekteplerin Türkçe tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.”

Doğru öncül.

Bunun anlamı, eski yazı bilgisinin toplumdan silinmesidir. Devrim projesinin başarıya ulaşması halinde, ülkenin 900 yıllık kültür birikimini okumak ve yorumlamak imkânının yokedilmesi öngörülmüştür.

Yazar niyet okuyarak haklı konumdan kuşkulu konuma düşüyor. Oysa öncüller doğru ve ortada yanlış bir uygulama var. Kaldı ki yaptığı çıkarım da kuşkulu. Eski eserler hala orada duruyor. Bunları okuyup Türk harflerine çevirmek kolay bir iştir ve bunu yapabilmek için herkesin eski yazıyı bilmesi gerekmez. Harf devriminden önce de 900 yıllık birikimi okumaya ve yorumlamaya çalışan bir avuç adam olduğunu düşünürsek, devrimden sonra eski eserlerin okunmama nedeniyle ilgili yanlış neden safsatası yaptığını söyleyebiliriz. Okunmama nedeni harf devrimi değildir, ilgisizliktir.

1929’da ilk ve orta dereceli okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştır. 1930’da imam-hatip okullarının ve 1933’te İstanbul Darülfünununa bağlı İlahiyat Fakültesinin kapatılmasından sonra, Türkiye’de yaklaşık yirmi yıl boyunca hiçbir resmi ve özel yasal çerçevede eski yazıyla Türkçe eğitimi verilmediği anlaşılmaktadır. Sadece İstanbul Edebiyat Fakültesi ve Ankara DTC okulunda Arapça ve Farsça kürsüleri bulunmaya devam etmişse de, bu kürsülerde ders alan öğrenci sayısı hiçbir zaman üç-beşi aşmamıştır.

Öncüller doğru ancak çıkarım geçersiz. Öğrencilerin Arapçaya ilgi duymuyor olması devrimi haksız çıkarmaz. Tersine, bu veri “Bu ulus zaten Arapçaya meraklı değilmiş” biçiminde yorumlanabilir.

Dipnotlar

  1. 1927’de Türkiye’de okuryazarlık oranını %8.1 olarak veren sayım rakamları doğrulanmaya muhtaçtır. 1895 yılına ait Osmanlı istatistiklerinde Anadolu ve Rumeli’nde 5-10 yaş kız ve erkek İslam çocuk nüfusunun %57’si ilkokul öğrencisi gözükür (Devlet-i Aliye-i Osmaniyenin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumisi; ayrıca bak. Soru 26). Aynı düzey eğer 1914’e kadar korunmuşsa, 1927’de 20-42 yaş kuşağı Türk nüfusunun aşağı yukarı yarısının az çok ilkokul eğitimi görmüş, dolayısıyla eski yazıyla okuryazar olması gerekir. Bu da, 1914’ten sonra eğitim sisteminin iflas etmesi ve savaş telefatı gibi etkenler hesaba katılsa bile, toplam nüfusta en az %30 civarında okuryazarlık demektir. Dolayısıyla ya Osmanlı istatistiklerinin, ya 1927 sayımının gerçekleri tahrif ettiğini kabul etmek zorundayız.
  2. Resmi sayımlara göre nüfus ve okuryazar sayıları şöyledir:

            Nüfus (bin)       Okuryazar (bin)

1927     13,650               1,106

1935     16,157               2,453

1960     27,755               8,901

1970     35,605               16,455

İki zaman noktası arasında okuryazar oranının “kaç kat arttığı”, anlamlı bir istatistik olmaktan uzaktır. Önemli olan, toplumda okuma-yazma bilmeyen insanların ne kadarının, belirli bir dönemde, okuma-yazma öğrenme ihtiyacını duymuş veya imkânını bulmuş olduklarıdır. Yukarıdaki sayılara göre (ölüm ve muhaceret faktörlerini hesaba katmazsak) 1927’de okuma-yazma bilmeyen 11,544,000 kişiden 1,347,000’i, bunu izleyen sekiz yılda okuma-yazma öğrenmişlerdir.

Normal zekâya sahip insanlar azami üç ayda okuma-yazma öğrendiklerine ve aşağı yukarı her köyde okuryazar birkaç kişi 1920’lerde bile bulunacağına göre, okuryazarlık artışı bir imkân ve organizasyon (arz) sorunundan çok bir istek ve ihtiyaç (talep) sorunu olarak görünmektedir. Dolayısıyla, 1928’i izleyen alfabe seferberliğinin uğradığı başarısızlık, “kadro yetersizliği, olanak yokluğu” vb. gerekçelerle açıklanamaz. Anlaşılan memlekette 1928 itibariyle okuryazarlık isteği ve ihtiyacı yaygın değildir.

  1. 1908-1914 döneminde Türkçe İstanbul basınının günlük tirajının – kesin rakamlar bilinmemekle beraber – 100,000’in epeyce üzerinde olduğu anlaşılıyor; ayrıca dönemin taşra basını da son derece canlıdır. İstanbul ve Ankara’da yayınlanan Türkçe gazetelerin toplam tirajı 1925’te 40,000’e (bin kişide 3.2), 1928 sonunda 19,700’e (bin kişide 1.4) düşecek ve 1940’ların sonuna kadar, mutlak sayıdaki tedrici artışa rağmen, binde 4-5 düzeyini aşamayacaktır.

  2. Ayrıntılı bilgi için bak. Ülkütaşır, Atatürk ve Harf Devrimi.

  3. 1928’de başlatılan alfabe seferberliğinde halkın tamamını bir-iki yılda okuryazar hale getirmenin hedeflendiği anlaşılıyor. Reisicumhurun 1929 sonbaharından itibaren 8-9 ay süreyle kamu işlerinden uzaklaşıp adeta inzivaya çekilmesinde, olağanüstü bir enerjiyle benimsemiş olduğu bu projenin uğradığı başarısızlığın da bir rolü olabilir.

 

Sırtını Adliyeye Dayayan Tehdit Safsatası

“Antisemitizm ve Ulusalcılık Modası

http://www.salom.com.tr/haber-97856-antisemitizm_ve__ulusalcilik_modasi.html (arşiv: http://archive.is/j7HAc)

20 Ocak 2016 Murad Çobanoğlu

Evvelki aylarda kişisel Twitter hesabımdan bir soru sordum, “Antisemit (Yahudi düşmanı) olduğunuzu düşünüyor musunuz?” diye. Ankete katılan kısıtlı bir takipçi de “Yüzde 100 Hayır” dedi. Oysa aynı anketin altında “Herhangi bir tartışmada sevmediğiniz, beğenmediğiniz birini Yahudi olmakla itham ettiniz mi?” sorusuna yüzde 5 ‘evet’, yüzde 95 ‘hayır’ cevabı verdi. “Yahudileri kendinize tehdit olarak algılıyor musunuz?” sorusuna; yüzde 19 ‘evet’, yüzde 81 ‘hayır’ cevabını verdi. “Yahudilerin gizli emelleri olduğuna inanıyor musun?” sorusuna yüzde 40 ‘kesinlikle doğru’, yüzde 45 ‘kesinlikle saçma’, yüzde 15 ise ‘kararsızım’ cevabını verdi. Bunlar benim kişisel anketlerim…

Ek olarak Türk Musevi Cemaati’nin, ‘Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Araştırması’ çalışmasında; “Çevresinde aşağıdakiler var mı?” sorunda yüzde 7 arkadaş çevresinde,  yüzde 3 ise tanıdık olarak Yahudi olduğunu belirtmiş. ‘Farklı Kimlikler Hakkında Bilgi Sahipliği’ kısmında yüzde 13 Yahudiler hakkında bir bilgisi olduğunu açıklamış. ‘Komşu Olarak İstenmeyenler’ sorusuna ise yüzde 42 “Türk vatandaşı Yahudi azınlığa mensup bir aileyi istemezdim” diye cevaplamış. “Gayrimüslimlerin devlet, MİT, yargı, emniyet ve ordu birimlerinde görev almasından rahatsız mısınız?” sorusuna ‘evet’ cevabı verenlerin oranları sırasıyla; yüzde 57, yüzde 55, yüzde 55 yüzde 55 olmuş. “Sağlık hizmetleri arasında yer almasından rahatsız mısınız?” sorusuna; yüzde 44 ‘evet’ cevabını vermiş. “İsrail politikalarından dünyadaki tüm Yahudiler mi sorumludur?” sorusuna; yüzde 20 ‘evet’, “Türkiye’deki tüm Yahudiler sorumlu mudur?” sorusuna ise; yüzde 14 ‘evet’ cevabını vermiş.

Buradan çıkan sonuç şöyle özetlenebilir: Yekten “Sen Yahudi düşmanı (antisemit) mısın” diye sorduğumuzda kimse “evet ben Yahudi düşmanıyım” demiyor. En azından bizim anketlerde çıkmıyor. Ancak dolaylı olarak sorduğunuzda herkesin eteğindeki taşlar dökülüyor. Yahudilere yapılan herhangi bir haksızlığa karşı çıktığınızda hemen dönüp dolaşıp ‘Filistin Sorunu’ önünüze getiriliyor, profiline hem Osmanlı hem de Osmanlı’ya isyan eden Hüseyin Şerif’in çizdiği Filistin Bayrağı koyanlar tarafından.”

Yazar “Yahudi düşmanı mısın?” sorusuna “evet” yanıtı verenlerin Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinden yargılanabilir duruma düşeceklerini bilmezden geliyor. Twitter’da kimliğini açık edenlerden bu soruya “evet” yanıtı gelmeyeceğini bilmenin rahatlığıyla soruyor, sonra da “hayır” diye yanıtlayanları ikiyüzlülükle suçluyor. Oysa dürüstçe “evet” yanıtları, kendisinin ve çalışma arkadaşlarının soluğu savcılıkta ve yabancı haber ajanslarında almasıyla, yanıtı verenleri ifşa etmesiyle sonuçlanacaktır. Tehdit safsatasının özelleşmiş, artık basında ve üniversitede gelenekleşmiş biçimidir. Bu gibi raporlar okuyanın zekasına hakarettir.

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s